‘Yaşadığım hayattan bir şikâyetim yoktu ancak bazı şeylerin bana yetmediğini eksik geldiğini derinden derine hissediyordum. İşte ilk o zaman her şeyi geride bırakarak gitmek istedim. Sınırlarımı aşmak ve yeni şeyler bilmek istedim. Okumak hiç şüphesiz bilmek için çok önemliydi ancak ben hayatımda ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi bilir?’ ikileminden birisini tercih etmek zorunda olmadığımı –bir kuş olsam bile- düşünüyordum. Bu tercihe neden mecbur ve mahkûm olmalıydım ki okumayı zaten hep sevmiştim. Bilgilerim beni güzel kanatlarım kadar süslüyor ve özel kılıyordu. Ancak içimdeki yeni yerler görme hasretini bastırmama da gerek yoktu. Bu ikisi iki gözüm, iki kulağım, iki kanadım gibi olamaz mıydı? Bana göre öyleydi ve ben bazen bir gözümü kapatıp bir kulağımı tıkadığım, bir kanadımı kırdığım duygusuna kapılıyordum.
Bir yolculuğa çıkacaktım fakat bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiyordum. Yolculuğu güzelleştiren yol kadar yoldaştır, bunu da biliyordum. Bu yüzden büyük bir titizlikle kendime uygun bir yol arkadaşı aramaya başladım. Bana, Zümrüdüanka’dan ilk o zaman söz ettiler. Bir masal kuşuymuş. Yani esasında benimle dalga geçiyorlardı. Oysaki ben hayatımı kuşatan ateş denizinden geçecektim. Bu denizden daha önce de geçilmeye çalışılmış ancak bize ‘Bu yolu geçip giden hiç olmadı.’demişlerdi. Acaba gidenler, geri dönmek istediler mi ki bu yolculuğu başarıp başaramadıklarının bilebilelim.
Bir süre sonra bu konuda kitaplar topladım, okudum bu yolculuğa çıkanlarla ilgili ne varsa. Fakat bunların hepsi bir masal olarak anlatılıyordu. Hiç kimse hayatın somut ve soyut yanını, doğru bir şekilde birbirinden ayıramıyordu. Bazıları, bizim cinsimizden bir papağan gibi eski Yunan’ın filozoflarının konuyla ilgili ne söylediklerini tekrar edip duruyor, bazılarıysa coğrafi keşiflerle beraber dünyayı sömürerek ve soyarak karnını doyuran Avrupa’nın son dönem filozoflarının tıpkı zenginlikleri gibi çalıntı olan görüşlerini tekrarlayıp duruyordu. Doğrusu bizim papağanların en ihtiyarı bile bir şeyi bu kadar tekrar etmez. Bu Avrupa toplumları çok garip, bizim bildiğimiz her yeri, sanki kendileri görene kadar yokmuş gibi telakki ediyorlar. E ona kalırsa siz de gittiğiniz topraklardaki insanlar için yoktunuz, siz de onlar için keşif sayılırsınız. Ama siz, uğursuzluklara sebep olan bir keşiftiniz. Yokluğunuz varlığınızdan hayırlıydı, o ülkedeki insanlar için. Fokların kafasına vurarak öldürmeyi, bazı hayvanların kürkü güzel olsun diye canlı yüzülmesini siz icat ettiniz. Onlar, tabiatla kardeş olarak yaşarlar, hiçbir varlığı incitmezlerdi. Hele ki bizleri yani kuşları… Bizim cinsimize ait en güzel telekler, onların en önemlilerinin başlarında pırlanta ve elmaslarla süslü bir taçtan daha kıymetli bir güzellik ve güç alameti olarak dururdu.
Mumun yanındaki gaz lambasına
Meftun oldu olanlar
Olsunlar, ne güzel, ne iyi
Ama bunlar neden bana öfkeli
Bilmezler mi, ben güneşi
Hayran bırakan yerde bulunmaktayım
Gözlerim kamaşsa da razıyım aydınlıktan
Alışırım nasılsa…
Ayağa kalktığımda ışıklar saçmalı
Yorgun kirpiklerimde dile gelen sözlerim
Arıtır her mekânı, arıtmalı
Temiz ellerim, güçlü bileklerim
Gözbebeklerime biriken terim.
‘Sen mi geldin?’ demem asla kimseye
Anlamsızmış beklemelerim
Ben buradayım, yalnızca bu iyi bilinsin isterim.
Nasıl okuyayım fışkıran suyu, yanan dağı
Nasıl anlaşılmalı bilmem
Neden oluyor bu beklenmedik ölümler
Kanda mı yüzecek gemimiz
Üstünde güneşlenirken faniler
Dile geliyor ne varsa birer birer
Anlatıyor soysuzluğun isyanını
Anlatıyor her damla kanda, yamyamlığını
Ölenler ne söyleyebilir insana
Arabalar arasında koşturan dilenciler
Avucunu açmış muhacirler
Acından ölenlere fatiha okurken geğirenler
Bir lokma için kalbimin köleliğini bekleyenler
Beni bir saf yerine koyup
Ne derlerse inanmamı isteyenler
Kelimeleri tüketenler, ne söyleyebilir?
Geç oldu, anlatma, iyi bilirim
Cevapsız sorunun girdabını ben
Gönül mabedimin, -elden sakladım-
Ne sırlar gizlenmiş mihrabını ben
Değeri bilinmez yaşanan anın
Şikâyetçisi yok, sökmeyen tanın
Kalbimi kavuran kara sevdanın
Uyanıkken gördüm, serabını ben
Karıştım köpüren sele hızlıca
Yol açtım kendimden, sana nazlıca
Gözyaşı dökerek elden gizlice
Öptüm ayağının turabını ben
Bazen okyanustum bazen gölektim
Edilen son dua, en son dilektim
Hiç isyan etmeden gönüllü çektim
Aşkın günahını, sevabını ben
Kendi cellâdımken ele ilaçtım
Ruhumu öldüren ne varsa kaçtım
Bir seherde sana kalbimi açtım
Aldım her sorumun cevabını ben…
SEVGİLİYE ARZ-I HAL
LA TAHZEN
Bizim gemiler hep karadan yürür!
Nuh’tan beri gemileri biz
Karadan yürüterek geldik İstanbul’a
Zihnimiz, kolayı bilmediğimiz seferlerde
İmkânsızı mümkün kılmaya ayarlıdır.
Onun için kalbimiz odaklıdır sefere
Muvaffakiyet Allah’tandır, dedik zafere
İşte onun için ‘sağım, solum, önüm, arkam…’
Diyen çocuklar gibi, döne döne
Şu adına dünya denen meydanda
‘Zafer’; işte o neyse, o da koştu peşimizden
Biz dönüp ardımıza bakmadık bile
Hani Ey Allah’ın Elçisi öğretmiştin ya
‘Ardınıza bakmayın!’ ayetini sen bize (15/Hicr:65)
Gönlümün lavlarını akıttığım bir an olacak!
Yangında ilk yakılacaklar arasına koyun
Şu gönlüme fazla gelen ne varsa o zaman
Acıların raptettiği yerlerden azatlık istiyorum
Çaresizliğin düşürdüğü kuyularda
Yusufluğum yetmez mi, demeden bekliyorum…
Kaçmayacağım, hayır kaçmayacağım
Oturacağım sinemde çakan kıvılcımların gölgesinde
Sen nasıl dayandın bilmiyorum Sevgili
Hainlere, kadir kıymet bilmez cahillere
Mekke’ni zindan, Medine’ni tufan edenlere
Ben çoktan çekip gitmeye kararlıydım, neden mi olmadı
Hani Ey Allah’ın Elçisi öğretmiştin ya
‘Fefirru ilallah/ Allah’a kaçın!’ ayetini sen bize (51/Zariyat:50)
Bugün yine, yeniden, diyerek başlasam da
Atamadım gönlümden zehirleyen tatları
Kolay değildir her gün, kaybolmak bu sarmalda
Hani hep vururlardı acı çeken atları
Gönlümün rotasını çizdim altın kâğıda
Bindiğim her bineğin tutuştu kanatları
Bir zerre tat aradım, avuçlarla ağıda
Hani hep vururlardı acı çeken atları
Ömrüm varmış demek ki ben hala yaşıyorum
Çok seyrettim dünyada, Kerem’i, Ferhatları
Hüznünü sarmalayan bir yürek taşıyorum
Hani hep vururlardı acı çeken atları…
GECENİN BİR SAATİ
Zamanım kalmadı bak, bekleyemem yarını
Sahiline gelirken bitmiyor birkaç kulaç
Söylenecek sözüm var, gönül kapılarını
Yorgunum, çaresizim, daha tıklatmadan aç.
Ben öfkeden ağlarsam, sen düşersin gözümden
Çok şey sanma kendini, sen sevdiğim kadarsın
Temel benim, sütun ben, boy ölçüşme sevgimle
Bir gün seni sevmekten vazgeçersem anlarsın
Aşka, akla ve söze, sordum kimin kızıyım
Sen görmedin oralarda, yine en çok ben vardım
Senin göz bebeğinde, asılırken her sefer
Zor gelirdi kaçarken kendimi yakalardım.
Taha suresinin Hz. Musa kıssasının anlatıldığı bir bölümünde;
Hz. Musa’nın, kendisine tabi olanlarla hicret ettikten sonra Rabbinden vahiy almak üzere toplumundan ayrıldığı ve kırk gün sonra geri döndüğü anlatılır. Ve karşımıza dört ayrı insan modeli çıkar: Hz. Musa, Hz. Harun, Samiri, Samiri’ye uyanlar.
Biz burada, Samirî’yi merkeze alarak olayları değerlendirmek istiyoruz. Çünkü Kuran’da Samiri lakaplı bir kişiden söz edilmesi, insanlık tarihi içerisinde Samirilerin hep var olacağının ve Samirileşmenin hep devam edeceğinin; Samiriliğin hak din İslam yerine kurularak hayat bulacağının en açık delilidir. Samiri’nin ve Samiriliğin bu çağdaki karşılığını tespit edebilmek için model olarak gösterilen bu kişinin iyi tanınması gereklidir.
Bir Yolculuk Hikâyesi:
Hz. Musa’nın mücadelesinin Medyen dönüşünden sonraki önemli bir bölümü Taha suresinde anlatılır. Bu surede, hurufumukattadan hemen sonra Hz. Peygambere (o günkü ve sonraki tüm Müslümanlara) bir durum açıklanarak konuya girilir: ‘Kuran’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.’(2). Bunun hemen ardından Kuran’ın indiriliş gayesi (3, 4), Allah’ın ilim ve kudretine işaret eden ayetlerden (5-8) hemen sonra söz ‘Sana Musa’nın haberi geldi mi?’(9) denilerek elçilerden bir elçi üzerine getirilmektedir. Bu sorununu cevabını elbette Allah bilmektedir. Biz buradan, konuşma adabını ve bir konuya nasıl gireceğimizi öğreniyoruz.
Hüznü vardır elbet Rabbi olanın
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’
Tökezlersen: ‘Korkma, ben varım!’ demem
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’
Derim ki: Allah var, sarıl hayata
Dikil zulme karşı, dikil bir daha
Her karanlık gece mecbur sabaha
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’
‘Ben prensim.’ diyen çirkin kurbağa
Güllerin arasında girerse bağa
Bir kere yüz verme umutsuzluğa
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’
Olmamışsa sana kör kuyu vaha
Gönlün yönelmesin asla eyvaha
Hiç unutma, söyle, aşkla bir daha
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’
Madem var eden O, niçin zulmetsin
O ister her zaman kuluna yetsin
Hayat her insana şunu öğretsin:
‘Güldüren de O’dur, ağlatan da O!’ (Necm:43)