ÜÇ MAYMUNU OYNAMAK

Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-10.04.2019

Dünyanın her tarafında bulunan kültürler ve medeniyetler, birbirlerini etkiler. İnsanlara değerli, güzel, anlamlı gelen kültür ve medeniyet unsurları, başka toplumlar ve kişiler tarafından öğrenildikçe kendiliğinden kabul görebilir. Böyle olmayan ancak gücü tekeline almış kültürler ve medeniyetlerin çoğu ise bu benimsetmeyi farklı yöntemlerle dayatır. Bu yöntemler, kendi üstünlüğünü ve muhatabın değerli hiçbir şeye sahip olmadığını varsayan bir önyargıdan kaynaklanır.

Takvimler medeniyet aktarımının önemli bir unsuru olduğu gibi, günümüz itibariyle kitaplar, filmler, iletişim unsurları da bu aktarıma vesile olmaktadır. Herhangi bir toplumda değişen yaşam tarzı, giyim biçimleri, kutlamalar, kültür ve medeniyet aktarımını görünür kılan önemli unsurlardandır.

Mesela; ‘Miladi Takvim’ (Hz. İsa as.ın doğumunu başlangıç sayan takvim), Batı-Hıristiyan kültürünü, gittiği her yere götürür. Bu takvim, bir başka toplum tarafından kabul edilsin veya o topluma kabul ettirilsin, ilgili ülke ve vatandaşları, yavaş yavaş yaşam tarzı, pek çok özel gün ve tatil gününde Hıristiyan dünya ile aynılaşacaktır. Hâlbuki tatil günü konusunda bunun tersi bir teklif, Batı-Hıristiyan Medeniyetine mensup bir ülkeye yapılsa bu onları dehşete düşürür, söz konusu bile ettirmezler. Mesela, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada, ABD, Rusya’ya ‘Bundan sonra tatil gününüz ‘Cuma’ olacak, cumartesi hafta başı olacak, pazar da çalışıyor olacaksınız.’ denilse ve aynı teklif Filistin coğrafyasındaki işgal toplumuna yapılsa durum ne olurdu? Bu basit öneriyi, sadece kendi toplumumuzun mevcut durumunu genel bir tefekkür için yaptım. Yoksa mesela, artık evlenen gençlerin sadece giyeceklerinin değil, kullandıkları müziklerin ve düğünlerini yaptıkları salonlara girişlerinin bile Hıristiyan-Batı kültürüyle yapılan bir düğündeki kilise salonuna girişle birebir aynı olduğundan söz etmeyeceğim.

Hıristiyan-Batı Medeniyetine eklemlenmek ve entegre olmak(?) adına, ülkemizde kendi millî kültürümüze karşı her birkaç ayda ve yılda yapılan köklü değişiklikler karşısında, senelerce savaştan ve koskoca imparatorluğun yıkılışından yorgun-bitkin çıkan milletimizin, 27 Mayıs 1935'te çıkarılan kanunla hafta tatilinin perşembe ve cuma yerine, Yahudi ve Hıristiyanların dinlerine uygun olarak cumartesi ve pazara değiştirilmesine itiraz edecek insanı ve gücü o kadar tükenmiştir ki en fazla bu değişimin ne demek olduğunu anladığımızda:

‘Bize bir nazar oldu, Cumamız Pazar oldu.’ (A. N. Asya) diyebilmişiz.

Tabii ki bu dönüşüm, yani sosyal nizamın devlet eliyle Yahudi ve Hıristiyanların değerlerine uyarlanmaya çalışılması, ülkemizde yaşayan ve zaten kendileriyle ilgili her hususta sınırsız özgürlüğe sahip Yahudi ve Hıristiyanları çok mutlu etmiştir. Fakat bu durum da önceki ve sonraki pek çok karar ve eylemler gibi milletimizin sinesinde yeni ve kapanmaz bir yaraya daha sebep olmuştur.

Bu ve benzer değişimlerin hepsine birden sevinen asıl kesim ise Osmanlı Devletimizle asırlardır savaşan ve yok edebilmek için her yolu deneyen Hıristiyan-Batı Medeniyetiydi. Bu medeniyetin karşısına konuşlanmış olan İslam Medeniyetinin en güçlü temsilcisi Osmanlının -yıkılış sürecinden sonra- yerine kurulan (alacaklarında ve haklarında değil, sadece borçlarında mirasçısı kabul edilen) yeni devlet, Hıristiyan-Batı’ya ait değerleri benimsiyor, yani bir anlamda onların üstünlüğünü kabul ediyor, onlara entegre olabilmek için onlar karşısında kendisine ait her değeri yok sayıyor ve yok ediyordu. Esasında bu durum onların zaten asırlardır istediği bir şeydi. Sonunda Osmanlının varisleri, onları karşısında, -onların baskı ve direktifleri söz konusu olsa da- kendilerini özgün, milli ve değerli kılan şeyleri terk ediyor, Batı-Hıristiyan Medeniyetinin değer ve prensiplerini istiyordu. Fakat dünya üzerindeki hiçbir değer ve prensip, başka coğrafyalara giderken/götürülürken ait olduğu kültürü ve medeniyeti terk ederek gitmez. Tersine dini, edebiyatı, müziği vs. dâhil olmak üzere her şeyini toplar gider. Nedense ülkemize dayatılan hususlarda bu hakikat görmezden gelinmiştir.

 Kültürel değişimin önemli unsurlarından birisi de dilde yaşanır. Kullanılan kelimeler, deyimler, atasözleri, vecizeler yavaş yavaş yörüngesine girilen kültür ve medeniyete ait olanlarla değiştirilmeye başlanır. Esasında her milletin, deyimleri, atasözleri, örnekleri, benzetmeleri, yaşadığı coğrafya ve yaşama biçimi ile yakından ilgilidir. Mesela; Türklerde atlarla, Araplarda develerle ilgili kelime, deyim ve atasözlerinin çok olması bu yüzdendir.

Bazen herhangi bir ülkede, başka coğrafya ve medeniyetlerin deyim ve atasözleri de yaygınlaşır ve kullanılır. Bizde de son yıllarda çokça kullanılan bu deyimlerden birisi ‘Üç maymunu oynamak’ şeklinde Japonlara ait bir deyimdir. Bizim coğrafyamızda maymun bulunmadığı halde bu deyim epeyce yaygınlaştı ve sık kullanılmaya başladı.

Deyimin aslı şöyle: Tokyo’nun kuzeyindeki Nikko kentinde, 1636’da yapılmış Toşogu Tapınağının iç avlusunda, ahşaptan yapılmış üç tane maymun heykeli vardır. Buradaki ilk maymun Kikazaru kulaklarını, ikinci maymun İvazaru ağzını, üçüncü maymun Mizaru da gözlerini kapatır. Bu hareketlerin o kültür içindeki anlamı ve yorumu: ‘Kötüyü dinleme, kötüyü söyleme, kötüye bakma.’ şeklinde gerçekten de insanın kendi nefsini terbiyesi ve şahsiyetini olgunlaştırması hususunda gerekli ve anlamlı bir isteği ifade ediyor. Ancak acaba bu anlam ve yorumun biz de ‘GÖRMEDİM, BİLMİYORUM, DUYMADIM.’ şekline gelmesi ve öylece yaygınlık kazanması, sadece bir yanlışlıktan mı ibaret? Yoksa, acaba biz, -takvim örneğinde olduğu gibi- bizi değerli kılan tüm değerlerimizi terk ettiğimizden, kalanlar varsa eğer onları da ters yüz ettiğimizden mi Japon kültürüne ait böyle güzel anlamlar içeren bir sözü dahi tersine çevirerek anlayabilmişiz/anlamayı tercih etmişiz.

Biraz düşünmeliyiz, neden böyle yaptık? Medeniyet ve kültürümüz açısından ‘Görmeye, bilmeye, duymaya’ ve ‘Göstermeye, bildirmeye, duyurmaya’ değecek şeylere sahip olmadığımızdan mı? Yoksa her kirli ve yanlış işte, en azından yanlışa bir sükût payımız olduğu için mi kendimizi ‘GÖRMEYEN, DUYMAYAN, KONUŞMAYAN’ biri haline getirmek istiyoruz. Bunu yaparsak sorumlu olmayacağımızı mı sanıyoruz yoksa? Bu sanma sadece bir yanılgı… Bundan daha kötüsü ise durumun şöyle tanımı: ‘Allah katında, canlıların en kötüsü akıllarını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir.’(8/Enfal:22)

Ne dersiniz, artık bu deyimi ‘Görmedim, bilmiyorum, duymadım.’ şeklinde yanlış kullanmaktan vazgeçip bu deyimin asıl sahibi Japonlar gibi ‘Kötüyü dinleme, kötüyü söyleme, kötüye bakma’ şeklinde kullanmaya başlamamız daha doğru olmaz mı? Ve tabi daha önemlisi; ağzımızı, gözümüzü, kulağımızı, yapılan yanlışlar karşısında kapatmaktan vazgeçip kaybettiğimiz tüm değerlerimiz için açmaya başlamamız daha uygun olmaz mı?