Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2013/32)
‘Kuran ailesi’ tamlaması ile tanımladığımız, bir Müslüman kadın ve bir Müslüman erkek tarafından oluşturulan ailenin temeli iki kişidir. Geri kalan kişiler değişebilir fakat bu iki kişinin akdi devam ettikçe evlilik kurumu da devam edecektir.
Kuran ailesinde ebeveyn, evlerine ışığın gelmesi için hangi pencereyi nasıl, ne zaman açmaları gerektiğine karar veren kişilerdir. Görevli ve sorumlu onlardır. Onların iyi yetişmişliği ve karı-koca olarak aralarındaki uyum oranında, ailede her kişi için doğru zamanda doğru pencere açılacaktır. Mesela, çocuklar için kış ortası sayılabilecek bir dönemde, evi sıcak tutmak yerine bir de pencere açarlarsa sonucun ne olacağı tahmin edilebilir.
Evlerin ana girişi sayılabilecek kapılar (anne-baba), sıkıca kapalı olsa bile, arka girişler (uygunsuz çevre) veya balkon girişleri (medya), kaçak girişler için kullanılabilir. Hırsız içerdeyse kapıyı kilitlemenin anlamı nedir? İnsanları üstünleştirecek değerleri çalacak veya aynı değerleri değersiz gibi gösterecek müfsitler evin içine dâhil olmuşlarsa o ev, beklenen görevi nasıl yerine getirecektir? ‘Şehirde evler edinin ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın.’(Yunus Sr:87) ayetinin tecelli ettiği yer kılınmak istenen mekân, nasıl kutsal bir sığınak olacak? Anne-baba ve diğer fertler bir şekilde unutturulmuş bulunan ‘evin, mescitlerden bile daha kutsal bir mekân’ oluşunu hatırlamadıkça birbirlerine ve yuvaları vasıtasıyla sorumlu oldukları görevlerine dört elle sarılmayacaklar, evlerini mescitleştirmeyeceklerdir. Evler ve her evin iki yöneticisi, kendi ortamlarını da ‘Evlatlarımdan bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Namazı dosdoğru kılabilsinler diye.’ (İbrahim Sr:37) ayetinin kendi evleri içine, Rahmanî bir yönlendirilmeyle yerleş(tiril)diklerini hatırlayarak, mekâna şeref veren tek şeyin kulluk/Allah’a teslim olmuş bir hayat yaşamak olduğunu hatırlamalılar.
Müslüman için kulluğun/Müslümanlığın, bireysel, ailevî, toplumsal olarak her şekilde ilanının en önemli göstergesi olan namaz hususunda titizlenmelidirler. Namaza karşı aile fertlerinden herhangi birisinin ‘O/Yunus, öfkeli bir halde kaçıp gitmişti.’ (Enbiya Sr:87) ayetinin farklı bir şeklinin yaşanabilir olmasına karşı her türlü tedbiri almalıdırlar. ‘Namazın kaçaklarının’, ‘Nereye gidiyorsunuz?’ (Tekvir Sr:26) ayetini duyması sağlanarak ‘Allah’a kaçın.’ (Zariyat Sr: 50) ayetiyle doğru noktaya gelmesi sağlanmalıdır, bu ailenin temeli için en önemli husustur. Yani ‘namazdan kaçma’ yerine, namaza/Allah’la özel, ailevî, toplumsal buluşmaya/yalnız Allah’a kul olarak tüm kullukları reddederek özgürleşmeye yönelmenin gerekliliğinin öğretimi ve eğitimi verilmelidir. Onlar bilirler ki ‘namazı zayi eden’ (Meryem Sr:59) bir neslin kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Kuran evindeki anne-baba; ‘İbrahim, İsmail’le beraber Beyt’in duvarlarını yükseltirken…’(Bakara Sr:127) ayetini hayatına taşıyarak her işlerine evlatlarını dâhil etmeyi, onların en küçük yaşlarından itibaren başlamadırlar. İnsanlar, ‘Beyt’in temelleri/İslam’ın temelleri’ üzerinde, kendi ‘manevi evlerinin’ değer duvarlarını birlikte yükseltirlerse yaptıkları için ‘Bizden bunu kabul buyur.’(Bakara Sr:127) diyebilirler.
Ailesi olduğu halde hep bireysel eylemlerle ‘yalnız’ yaşayarak her eylemine ancak ‘Benden kabul buyur.’diyenlerin, eş ve evlatlarının olması, bu anlamda aileyi istenilen noktaya götürmez. Yani o aile, küçük ailemizden büyük ailemize doğru genişlemesi gereken kavli ve fiili dualarımızdaki ‘Bizi doğru yola ilet.’(Fatiha Sr: 5) ayetinde belirtilen ‘Biz’den kast olunan kişilerin arasına, ya kendilerini koyamazlar ya da eş ve evlatlarını… Bu da ‘Beni yalnız bırakma. Gerçi sen varislerin en hayırlısısın.’(Enbiya Sr: 89) duasını, Kitabımızda okumak ama bir türlü anlamamak olur.
Beyt-i Makdis diyebileceğimiz Kuran evinin bireyleri, dünyanın ‘hayatla, ölümle, açlık, yokluk, korku vs.’ ile sınanma fakat hep sınanma ve her şeyle sınanma yurdu olduğunu ve her sınanmanın ‘SABIR’ gerektirdiğini bilirler. ‘Sabır (doğrularını yaşamakta kararlı, dayanıklı, dirayetli olarak) ve namazla…’(Bakara Sr:45,153) yardım istemenin gerekliliğini öğrenmişlerdir. Evlendiklerinde de evlerine girerken, şeytanlarını öldürüp gömmediklerini, eve her girdiklerinde onu kapıda bırakamayacaklarını, hatta şeytan aleyhillanenin, gayesi olan hedefi belli bir evliliğe daha fazla musallat olacağını bilerler. Sıradan evliliklere göre yaşadıkları sorunun çokluğunun altında yatan sebebin şeytanın sıkı mücadelesi olduğunu da bilirler. Bu süreçte onlar, aylarca-yıllarca süren sıkıntılara karşı ‘Doğrusu şeytan bana bir sıkıntı ve eziyet verdi.’ (Sad Sr:41) diyerek asla Rablerine sitem etmezler. Çünkü onlar her şeyi takdir eden, gören, bilen Rahman ve Rahim bir Allah’ın varlığına ‘gerçekten’ inanmışlardır. Bilirler ki kendilerinden alınan veya yoksun bırakıldıkları şeyler veya başka sıkıntılara karşı gerçek sabrı gösterirlerse, kendilerinden ne alınmışsa bunun Rableri katında kat kat mükâfatı olacaktır. Çünkü bu Sünnetullahtır. Onlar yaşadıkları sıkıntı ve sorunlar için yardımı edeple ‘Başıma bu dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.’(Enbiya Sr:83) diyerek istedikleri Allah’tan şikâyetçi değillerdir. Çünkü Allah’ın müminler için gerçek anlamda ‘şer’ olabilecek bir şeyi takdir etmeyeceğinin emniyeti içindedirler. Gönül kulakları bir kere ‘ Razı olmuş ve razı olunmuş…’(Maide Sr:119; Tevbe Sr:100; Mücadile Sr:22) ölçüsünü duymuş; razı olunmak için ‘razı olmak’ gerekliliğini öğrenmişlerdir.
Kuran evinin mensupları, ağır sıkıntılarla sınanmaların dönemi geçip ‘nimetlerle sınanma’ dönemine girdikleri anda, hayatlarında olan her değişikliği önüne ‘taht’ getirilmiş Süleyman (as) tavrı ile karşılamaya gayret ederler. Onların hayatlarına bir tahta mukabil olarak ‘diploma, meslek, eş, evlat, mal, makam, imkân, güç vs’ gelmiştir. Her biri gerçek zaman içinde ‘an’dan daha kısa ‘bir göz açıp kapamadan daha kısa’ bir sürede gelmiş hayatın ortasına kurulmuşlardır. Tıpkı bir taht gibi… Onlar, her nimet karşısında ‘Bu(nlar) şükür mü edeceğim, nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır.’ (Neml Sr:40) diyerek dururlar. Her nimete, bunlar Rabbimin benim girmemi murat buyurduğu yeni sınavlardır, diyerek gereken tavrı gösterirler. Durumun bilincinde olduklarından onlar da diğer bilinçli insanlar gibi kendilerine bakarlar; verilen nimetleri doğru şekilde idare ederek ve kullanarak şükür mü edecekler yoksa altında mı ezilecekler? ‘Bakalım onlar mı tahta oturacaklar, taht mı onların yüreğine oturacak?’
Nedir, nasıldır gereken tavır? Kuran ailesi bunu elbette hayatını şekillendirmede ellerinden düşürmedikleri tek kaynak olan Kuran’dan öğreneceklerdir. Ve onlar ‘Çalışın ey Davud ailesi, şükür için çalışın.’ (Sebe Sr:13) ayetinin hayatlarının yüreğine nazil olması ve hâkim olması için çalışırlar. Zaten Allah’ın hâkimiyetinin ilanı bundan başka bir şey midir? Şükür için geceyi gündüze katarak çalışma… Hangi nimet elde edilmişse asla ‘Bu bana ancak bende olan bilgi sayesinde verildi.’ (Kasas Sr:78) demeden; bunun yerine ‘Bu sana nereden geldi?’ (Al-i İmran Sr:37) sorusu sorulmuş Hz. Meryem as gibi ‘Allah’tandır.’(Al-i İmran Sr:37) deme bilinciyle, uhdelerine verilen her şeyi, doğru şekilde kullanmaya, mahrumları bunlardan faydalandırmaya ve imkânlarını ‘Rıza-i Bari’ çerçevesinde kullanmaya gayret ederler. ‘Şükür için çalışma’ları gerektiğini, hayatlarına göz açıp kapama zahmetine bile girmeden bir ‘taht’ gibi, kendi güçleriyle asla ulaşamayacakları nimetler geldiğinde, ‘şükrünü eda edip edememenin kaygısıyla’, ‘tövbeyi’ artırırlar. Her nimetle karşılaştıklarında ‘Ant olsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız.’(Araf Sr:189) dedikten sonra ve kendilerine istedikleri nimetler gelince yani ‘Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında (sonradan insanlar) Allah’a ortak koştular.’ (Araf Sr:190) ayetinin uyarıcılığı altında, şükürlerini yanlış yere yapan kimseler olmamaya çalışırlar. Onlar, bir çocuğu Allah/İslam dışında bir yere yönlendirmeyi veya adamayı, oraya şükür olarak görürler. Çünkü insan, değerli olan şeylerini, en değerli bulduğuna takdim eder. Evlat neye adanıyorsa, o aile için en değerli makam orasıdır. Kuran ailesi, İslam Milleti’nin beklediği müjdelere, bu müjdeleri getirecek nesle yani kendi çocuklarına ve başka çocuklara, ya Meryem (as) gibi anne-baba ya da Zekeriya (as) gibi öğretmen olmaları gerektiğini bilirler. Onlar, eğitimin hayatın akışı içinde, yemek yemek gibi, su içmek gibi doğal olması gerektiğini de bilirler.
Kendileri bildikleri gibi nesillerine de ‘Allah’ın gözü önünde…’(Taha Sr:39; Hud Sr:37,57; Müminun Sr:27) yetişme ve yaşama bilinci vermeye çalışırlar. Bazı yerlerin (eğitim kurumları, dernek, topluluk vs) kendileri ve nesilleri için ‘orada bulunan insanlar’ ve ‘yapılan işler’ sebebiyle ‘mescid-i dırar’(Tevbe Sr:107) hükmünde olduğunu, bina-kurum-sistem olarak oraları yıkmaya güçlerinin yetmediği yerde ‘Onlar bundan başka bir söze/konuya/duruma geçinceye kadar onlarla beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.’(Nisa Sr:140) emrini almışlar gibi, doğrudan, dolaylı, gizli, açık her şekilde Allah’a ve Elçisi’ne savaş açılmış her yeri terk etmeleri, çocuklarının terk etmesi gerektiğinin bilincindedirler. Çünkü insanın kalbinin ve gönlünün ifsat olmasından sonra, bedenin gücü kalmaz; çünkü insanın beyni ve aklı yanlışlarla dolduktan sonra sırat-ı müstakimde kalamaz, kıblesi değişir. Onlar ‘Doğu da batı da Allah’ındır.’(Bakara Sr:115,142) bilgisine sahip oldukları halde ‘Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz yüzünüzü o yana çevirin.’(Bakara Sr: 150) emrinin yalnızca mekânsal ve fiziksel bir dönme olmadığını, kişinin tüm hassaları ve hayatlarıyla bir dönüşe davet edildiklerini bilirler.
Kuran evi oluşturma arzusu ve çabasıyla yaşayanlar ve yetişenler bilirler ve öğretirler ki iyilerin de çok yanlışları olur. Fakat onlar öğrenmişlerdir ki ‘O muttakiler ki… onlar bir çirkinlik yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı(n emirlerini) hatırlarlar ve hemen günahları için af dilerler. Günahları, Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmemişlerdir.’ (Al-i İmran Sr: 135) açıklaması sonucu olarak, kendilerinin yanlışsız olamayacaklarını bildikleri gibi, herkesin, evlat ve akrabaların da aynı durumda olduklarını bilirler. Allah’ın insana karşı kapatmadığı tövbe kapısı karşısında hayâ ederek, kendileri de kendilerine karşı ‘özür dileme’ kapısını, ilişkileri düzeltmek için asla kapatmayacaklardır. Ölmedikçe ümit var olmaya, dualarını sözlü ve fiili olarak bu anlamda da yapmaya devam ederler.
Hayat karşısında bazen gücün, kuvvetin zirvesindeyken, karşısında tıpkı ‘tahtının üzerine bir ceset gibi’ (Sad Sr:34) bırakılmış Hz. Süleyman (as) gibi, hiçbir şeye güç yetiremeyecek bir konuma geldikleri de olur. Mesela, ‘evlatla ve eşle sınanma’ karşısında insanlar, kudretin timsali bir ‘taht’ üzerinde ‘ceset’ gibi çaresiz kalabilirler. Onlar o halde bile Nuh (as) gibi çırpınış içerisindedirler. Çünkü bir İslam Gemisi inşa ettiler. İstiyorlar ki ‘eş ve evlatları’ herkesten önce binsinler. Binerler mi, binmezler mi bilinmez ama o kadın veya erkek, ‘eş ve evlatları’ için bu çırpınışa devam eder ve derler ki: ‘O benim ailemdendi.’(Hud Sr:45) Buna cevap bazıları için ‘Evet öyledir’, bazıları içinse ‘Hayır o senin ailenden değildi.’ (Hud Sr:46) şeklinde gelebilir. Vakti gelince/haşr günü öğrenilecektir.
Kuran’ın ev halkı, ellerindeki Kuran’ı okuyup öğrendikçe, hayatlarında ne kadar yer aldığının kaygısını hep yaşarlar. Çünkü onlar aileleri için ‘ Peygamber dedi ki: Rabbim! Kavmim bu Kuran’ı büsbütün terk etti.’(Furkan Sr:30) şeklindeki, Hz. Peygamberin ümmetiyle ilgili olarak Kuran’daki tek şikâyeti içine girenlerden olmak korkusuyla, kendilerini, ailelerini murakabe altında tutarlar. Ya Kuran’dan veya bir başka şeyden hicret etmek/vazgeçmek gerektiğinde, Kuran’da muhakkak kalmayı, gerisinden hicret etmeyi tercih ederler. Hayat yolunu yürürken Kitabından aldığı terbiye ile ‘Ben Rabbime gidiyorum.’ (Saffat Sr:100) der. Onlar, ölümden çok daha önce, hayatı, Allah’a doğru bir yürüyüş olarak gördüklerinden, ölüm onların hayatında travmatik bir durum değildir. Yeter ki yürüyüş doğru yere doğru olsun. Hicret gereken her yer, konum, makam ve durumdan; -Kuran’dan hicret etmemek, Kuran’ı terk etmemek için- hicret ettiğinde, örneği ve rehberi Hz Hacer (as) ve Hz. İsmail (as)’dır. Onlar da zaten Hz. İbrahim (as) ve Hz. Lut (as)’ın hicretini biliyorlardı. Bu yüzden, hicret zorluklarla dolu olsa bile, ağırlığı altında ezilmezler. Yeter ki hicret Beytullah gibi kutlu bir yere veya kutlu bir gayeye doğru olsun.
Böyle bir gayeye sahip olan, Firavun sarayında tapınılan bir kraliçe olmak yerine ‘Rabbim bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve (çirkin) işlerinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar.’(Tahrim Sr:11) diyerek hicreti göze alırsa muradı mukadder olur.
Kuran’ın evinin anne ve babası, kendileri için ‘Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun.’ (Tahrim Sr:6) emrini aldıklarından, kendilerine, eşlerine, evlatlarına, hallerine, evlerine bakarlar ve şu soruyu sorarlar: ‘ Bizim evden cennete yol çıkar mı?’ ‘Yoksa biz, o sırat-ı müstakimi yani Kuran’ın öğrettiği hayattan ibaret olan o yolu terk ederek kendi elimizle, dilimizle, halimizle yolu sarpa mı düşürdük? Onlar, ailelerini ‘ateşin yakamayacağı’ bir hale getirmek için uğraşırlar, tıpkı İbrahim (as)’ı yakamadığı gibi
Topla, çıkar, çarp ve böl; bak hayata ne der’din
Mademki bir ömürdür katlandın bu zahmete
Kalbinden ve gönlünden, her tarafa yol verdin
Söylesene yol var mı, sizin evden cennete.’
Onlar, ‘eş, evlat, mal, makam, güç’ gibi nimetlerin her türünün karşısında teyakkuzdadırlar. Bilirler ki bir nimetin hakiki anlamda şükrünü eda edemeyip ‘Bahçe Sahipleri’(Kalem Sr:17,18) gibi ‘mal, makam ve nimetler’ içinde boğulmakla ‘denizde boğulmak’(Suara Sr:66) arasında hiçbir fark yoktur. Her şeyin zaten mucize olduğu bir hayatın içinden çamura, zifte bulaşmadan ‘kupkuru’(Taha Sr:77) kılınmış bir yoldan şükürlerle geçmeyi isterler.
Kuran evinin mensupları, zor günler yaşarken kendilerini Talut’un ordusundaki bir nefer gibi görürler. Sınanma dehşetlidir. Zorluk durumlarında itaatla sınanma da büyük bir sabır gerektirir. Şartlar gereği olarak ancak ‘bir avuç’(Bakara Sr:249) içmeye, fazlasının kişinin ‘dayanma, direnme, sabretme, tahammül etme, -biiznillah- gücüne ve kendine güvenme’ duygusunu tahrip edeceğini bilerek, bazı durumlarda ‘en azla’ iktifa etmenin devamında gelen sürecin ‘zafer’ getireceğini bilirler. Doğruları ve değerleri için, ‘zaruret miktarına tahammül edebilenler’ daha süreç esnasında bilirler ki zafer bu güçlüğün hemen sonrasındadır. Yeter ki ‘teslimiyet’ noktasında samimi olsunlar, beşerin göz ve gözcüsünün olmadığı her yerde Basir olan/görmesine sınır olmayan bir Allah’ın gözetiminde olduklarını unutmasınlar. En zor dönemlerde bile onlar, başkalarını suçlamaktan çok kendilerini ıslah, tedavi, düzeltme, daha iyi hale getirmeyle meşguldürler. ‘Yalnızca bir avuç’ (Bakara Sr:249) Allah’a verilen ahit bunu gerektiriyorsa eğer…
O evin halkı, Kitaplarında ‘Allah dedi ki/buyurdu ki:…’ olarak anlaşılacak her düşünce ve görüşün karşısında duran tüm görüşlerin ‘şeytan felsefesi’ olduğunu bilirler. Çünkü onlar ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.’ (Ahzab Sr:36) sınırını bilirler. Çünkü iman eden aile bilir ki, insan dini değil; din/Kuran/İslam; insanı, aileyi, toplumu, devleti şekillendirmelidir. Onlar, öğretim, eğitim ve düzenleme sıralamasının ‘dinî öğretimi, ahlâkî eğitim, sosyal nizam, siyasal nizam’ (Buhranlarımız, s.170, Said Halim Paşa, İz Y, 8. Baskı) olarak birbirine bağlı ve uyumlu olduğu takdirde, milletin güçlü bir şekilde ayağa kalkabileceğini bilirler ve eğitimin kişilerden başlaması gerektiğini kabul ederler. ‘İslâmî iktidar olmadan İslâmî toplum tamamlanmamış ve güçsüzdür; İslâmî iktidar ise İslam toplumu olmaksızın ya ütopya veya zulümdür.’ (İslam Deklarasyonu, s.43, Aliya İzzet Begoviç, Fide Y, 5. Baskı) ‘Hayır, Rabbine ant olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tanıyıp, senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.’ (Nisa Sr:65); ‘Yoksa onlar tağutun önünde muhakemeleşmek mi istiyorlar?’ (Nisa Sr:60) ihtarları karşısında titrer ve azgınlaşmaya hazır nefs-i emarelerine ‘Sabit Söz’ (İbrahim Sr:27) adı verilen sapasağlam ölçüleri, sımsıkı hâkim kılarlar. Yani kendilerine derler ki: ‘Sana çöl gibi gelen, o göl diyorsa göldür.’(NFK) Elbette Allah yarattığını bilir. Çünkü o ‘takvasını ve fücurunu’(Şems Sr: 8) onun bünyesine yerleştirerek yaratandır. ‘Hiç yaratan bilmez mi?’(Mülk Sr:14)
Onların aralarında hakem her zaman Kuran’dır. Kitapları karşısında ‘Kuran ne diyorsa o.’ diyerek imanlarındaki samimiyetlerine ortaya koyarlar. Bu durum bazen kişinin çıkar algısına uymasa da böyledir. Çünkü bu da bir sınavdır. ‘Kendi aleyhime bile olsa hak ve hakikate teslim olabilecek miyim?’ sorusu, cevabını böyle durumlarda bulur.
Bu ev halkı, dost ve arkadaş seçimine dikkat eder. Yaratılışında ‘Evet’ diyerek ‘fıtraten’; iman ederek ‘Kuran’ ile ‘fikren’; Peygamberinden uygulamasını/sünneti öğrendiği şekliyle ‘amelen’ Müslüman olduğunu ortaya koyan insanlarla (Kuran onlara ‘sadıklar’ der) beraber olması gerektiğini bilir. ‘Sadıklarla beraber olunuz.’ (Tevbe Sr:119) emri gereği ‘Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ (Yunus Sr: 72; Neml Sr:91) ölçüsü gereği, ‘Size Müslüman ismini veren O’dur.’ (Hac Sr:78) ayeti gereği, dünyada insan için ‘Müslüman(lardan) olmak’tan daha yukarıda bir hedef olamayacağını bilirler.
O ev halkının bulundukları her yerde, ufuklarında ‘rıza-i ilahî’nin tecelli makamı olan ‘Cennet’ vardır. Bulundukları yerden Cennet’e giden yol sırat-ı müstakimdir. Ufuklarından cenneti kaybettiren her hal, söz, tavır, durumun, sırattan sapma olduğunu bildiklerinden, Cennetlerini tehlikeye atacak her şeye sırt dönerler, ellerinin tersiyle iterler. Hatta başka yol yoksa ‘Zindan, bunların benden istediklerinden daha hayırlıdır.’ (Yusuf Sr:33) diyerek en zor durumu bile tercih edebilirler. Yeter ki iman ettikleri ve ‘her şeyden daha çok sevdiklerini’ (Bakara Sr:165), hayatlarıyla göstermeye çalıştıkları Rablerinin hatırı kırılmasın da kime ne olursa olsun. Onlar, iman yolunun öncülerinden öğrenmişlerdir ki hayatın süresi tamam olduğunda, ölümün ‘yorganda veya urganda’ gelmesi arasında fazla bir fark yoktur. Hatta Ömer Muhtar, İskilipli Atıf Hoca, Seyyid Kutup gibi öncülerden görülmüş ve öğrenilmiştir ki Müslümanların hayatına zulmen son verme hak ve yetkisini kendilerinde görenler; fikir, kitap ve örnek eylemleriyle onların yaşamaya devam etmelerine vesile oluyorlar. Çünkü selim insan fıtratı, zulüm ve zalimden nefret eder, mazlumun yanında olmak ister. Ve onlar şu sözlerle hayatlarını değerlendirirler: "Her namazda Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed(s.a.s.)'in de O'nun resulü olduğuna şehadet eden parmaklarım, asla yanlış bir şey yazamaz! Bizler teslim olamayız. Ya kazanırız ya da ölürüz!" (Ömer Muhtar)
Kuran evinin halkı, Hz. Davud (as)’a öğretilen, insanı düşmanlarına karşı koruyacak olan zırh yapma sanatı’nın (Enbiya Sr:80) öğretiminden sonraki emri duymuşlardır: ‘Geniş zırhlar imal et. Dokumasını sağlam tut.’(Sebe Sr:11) Onlar da kendilerinin küçük- büyük ailelerini düşmana karşı koruyacak zırhlar yapmaları gerektiğini bilirler. Üstelik emir açıktır, onlar, bu zırhların dokumalarını sağlam yapmak zorundadırlar ta ki düşman zarar veremesin veya zarar en aza insin. ‘Takva/Korunma elbisesi’nin (Araf Sr:26) vaktince edinilmesi gerektiğini bilirler. ‘Elbiseleri soyan şeytana’(Araf Sr:27) karşı bir mücadelelerinin olması gerektiğini bilirler.
Onlar bilirler ki şeytanî saldırılar doğrudan zafere eremediğinde, şeytan, kişinin en yakınındakileri vasıtasıyla saldırılarına devam eder. O zaman onlar ‘Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar da vardır.’ (Teğabün Sr:14) ayetini hatırlarlar. Onlar, şeytanın ‘cin ve insan şeytanı’(Nas Sr:6) olmak üzere iki cinsinin bulunduğunu da bildiklerinden, sözlü ve fiili duaya başlarlar. ‘Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.’ (Müminun Sr:97,98) Onlar bilir ki aile bir deniz gibidir. Ölüsü-dirisi helâl olan denizin elbette sakınılması gerekli de çok yanı vardır. Onlar bilirler ki nimetlerin en değerlisi olan ‘eş ve evlat’ ile sınanma ne kadar zorsa, bunların şükrü de o kadar zordur. Bu sebeple kadın ve erkek olarak, eş ve anne-baba olduklarında, aileleri için ‘say’ etmelerinin gerekliliğini bilirler. Bu durum onları yormaz, yaptıkları, diğerleri için ‘lütuf’ olsa da onlar, ‘Nimetlerin Gerçek Sahibi’ karşısında, yaptıklarını ‘lütuf’ olarak sunmaktan hayâ ederler.
Kuran’ın ev halkı, gülen yüz ve gözlerini, dışarıda başkalarının karşısında tüketmezler. Herkesten çok ev halkının, onların ‘sevgi, saygı, merhamet, şefkat ve tebessüm’lerine hakları olduğunu bilirler.
Onlar, Kuran’ı öğrendikçe şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek her an yeniden Kuran’a hayran olur, sevdalanırlar. Bakalar ki Rableri, insanın nefis terbiyesinin yapıldığı, helâllerin de muvakkaten haramlaştığı bir devre olan ‘Ramazan’ı onlara emredip öğretirken, bu ayetlerin ortasına ‘Oruç gecelerinde eşlerinize yaklaşmanız size helâl kılındı.’ (Bakara Sr:187) diyerek cinsel hayatı yerleştirir. Zaman olur, infak konusunda ‘Fazla geleni ver.’ (Bakara Sr:219) der; zaman olur ‘Gereksiz yere de saçıp savurma… Elini boynuna asıp bağlama, büsbütün de açıp tutumsuz olma.’ (İsra Sr:26,29) diyerek orta yolu tavsiye eder. Yani Kuran insanın her uzvuna olduğu gibi, insan hayatının her yanına da kendi ışıktan elleriyle dokunarak, onda yepyeni bir kişilik inşa ederek, onun her uzvunu Rabbanî bir terbiyeyle, Rabbanî talimatlara hazır hale getirir.
Onlar, evlerinde ve ellerinde olan Kuran’ı, gönüllerine ve kalplerine de alarak –onun Mekke ve Medine’de indirildiğini bilerek- fakat her Müslüman’ın yüreğine de hayatına da yeni baştan ‘nazil olması’ gerektiğini düşünerek, peyderpey kendi hayatlarına inmesini isterler. Elbette Kuran vasıtasıyla, ‘insanın batınî ve zahirî hayatının dönüştürülmesi ve yönlendirilmesi, dinin aslî hedefi olduğu için’(İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, s.32, 2. baskı, Timaş), onlar kendilerini Kitaplarının inşasına teslim ederler. Kuran’daki benzer durumları yaşayan her kişiyle kendilerini özdeşleştirerek önlerini görmeye, anı ve geride kalanları doğru değerlendirmeye çalışırlar. Onlar, tarihte ve bugün her zaman, insanların ‘daha iyi mümin olmak’ kaygısına bulunan yanlış yöntemler sonucu ‘şirk’ hastalığının, kişi ve toplumu sardığını bilirler. Bu sebeple Hz. Peygamberin, Kuran’ın hayata geçirilmesi olan ‘sünnet’iyle örnek olarak uygulamadığı şeyleri ‘din’den görmezler. ‘Karşısında dikilip durduğun tanrına bak!’ (Taha Sr:97) ayetiyle birlikte müşriklerin ‘Vallahi biz müşriklerden değildik.’ (Enam Sr:23) yeminleri, onları ‘Şirk nedir?’ konusunun ‘Tevhid nedir?’ konusu kadar önemli olduğu sonucuna götürür. Bilirler ki ‘şirk’in ne olduğu öğrenilmeden ve her türüne bir ‘La ilahe’ denilmeden, ‘tevhid’ yaşanamıyor.
O ev halkı, gece-gündüz, tüm imkân, mesai ve gelirleri, evlerinin ve eşyalarının her altı ayda bir değişimi için kullanmanın, şeytan aleyhillanenin, insanın önüne attığı en etkili yem ve oyuncaklar olduğunu bilir. Çocuk dünyasındaki doğru oyuncakların faydalı işlevine rağmen, büyüklerin dünyasındaki gösterişe yönelik eşyaların, teknolojik oyuncakların ve imkânları oyuncak olarak kullanmanın bedelinin/faturasının, ömrün ifsadı, imkânların israfı olduğunu bilirler. Ve bilirler ki doğru ve gerekli yerde kullanılmayarak, israfa sebep olan zaman başta olmak üzere her şey, kişiyi şeytanın idaresine sokar. Dahası, ‘İsraf edenler/saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir.’ (İsra Sr:27) Çünkü onlar mallarında yoksulların hakları olduğunu bildikleri gibi, ‘Senin namazın mı mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi emrediyor.’ (Hud Sr:87) ayetinin öğrettiği şekilde, kıldıkları namazın da mallarını istedikleri gibi kullanmaya engel olan bir durum olduğunu bilirler.
Aslı toprak olan, akıbeti de toprak olacak olan insanın yaşadığı yerlerde ve evlerde, biricik savaşının ‘toz’a karşı olması onları üzer. Temizlik çabası, beden ve mekânlar kadar, belki de daha fazla ‘kalp, gönül, akıl’dan başlamak üzere, ‘Amel Defteri’nin üzerinde odaklanmalıdır, diye düşünürler.
Onların hayatlarında ‘yemek’ ve ‘giyinmek’ gibi ‘binek ve ev’ de asla hedef olamaz. Dünya hayatının hiçbir nimetinin kendileri için hedef haline gelmesine izin vermezler. Kuran’ın insana gösterdiği, insan üzerinde gerçekleştirerek ‘aile, toplum, devlet ve dünya’ya doğru genişleterek yaymak istediği, birbirine paralel hedeflerin hepsi ulaşılabilir/mümkün olduğundan, müntesibine, yol boyunca yol göstericilik edip, onu ütopik hayaller ve zıtlıklar arasında çalkalanmaya bırakmaz. Bu sebeple müntesibinde, sarsılmaz bir iman ve güçlü bir kişilik oluşturur. Kuran’ın kontrolünde oldukça da insanın bu durumu devam eder.
Onlar, kendilerine yönelik kusurları kolay affederler çünkü ‘infak etme’ sebebiyle oluşan ‘bir derece’ (Bakara Sr:228) farkın/üstünlüğün, ‘affetme’ sebebiyle de olduğunu bilirler. Çünkü onlar, ‘Rafiüdderecat/Dereceleri yükselten, Arş’ın sahibi Allah’a…’ (Mümin Sr:15) inandıklarının bilincindedirler. Tebliğ için insanlarla aralarını iyi tutmaları, bunun için de affedici olmaları ve öncelikle muhakkak ‘yumuşak söz’ (Taha Sr:44) kullanmaları gerektiğini bilirler.
‘Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken…’ (Al-i İmran Sr:191) denilerek esasında hayatın tümünü kapsayan bir tanım çerçevesinde bir ‘Allah’ı anmak ve yaratılanlar üzerinde tefekkür’ etmek gereğini, ‘Allah’a teslim olmak ve yaratılmış diğer nesneleri, insana hizmet için kullanabilmek’ gayesi doğrultusunda çalışmak olarak anlarlar. Çünkü ‘Sen bunları boşuna yaratmadın.’ (Al-i İmran Sr:191) ayetinin, devamında sanki ‘Öyleyse bunların bir yaratılış gayesi var ve bizler bunları keşfetmek için çalışmakla mükellefiz.’ anlamının olduğunu düşünürler. Bilirler ki her şeyi insana ‘musahhar’(Yasin Sr:72; İbrahim Sr:33) kılan/hizmetine veren, ‘görünen-görünmeyen nimetlerden bol bol veren’ (Lokman Sr:20), yani esasında her şeyi yaratırken ‘gayesi insan olan’ Yaratıcının, ‘insana’ dönük bir gayesinin olduğunu bilerek, kendilerine, eş ve evlatlarına ve diğer insanlara bakışlarına bu önbilgi ile istikamet vermeye çalışlar. ‘Her şey insan için, insan ne için?’ sorusuna kalplerini mutmain eden pek çok cevabı Kuran’dan almanın sükûnetini yaşarlar. Akletmeyi ve tefekkürü ısrarla emreden Kuran’da ilginçtir ki ‘şöyle düşün’ emrinden çok ‘şöyle yap’ emirleri önceliklidir.
Onların en sıradan, en basit bile olsa, hiçbir işlerindeki hedefleri dünya hayatlarıyla sınırlı değildir. Bu sebeple yaşadıkları sürece ‘ununu eleyip eleği duvara asma’ psikolojisiyle oluşan bir ‘emeklilik’ duygusuna kendilerini kaptırmazlar. Çünkü bilirler ki amel defteri açık olanın emekliliğe hakkı yoktur. Bilirler ki kendi ölümleriyle noktalanmayacak pek çok şeyi de yaşamaktalar. Bunlar bir çığır olarak, onların ölümünden sonra da buradan öteye açık kalan bir yol ya da kapı olarak kalacaklardır. Bu yüzden dünya hayatlarının ‘kâr-zarar’ veya ‘başarı-yenilgi’(/hezimet-muvaffakiyet) muhasebesini yapmada acele etmezler ama kutlu tohumlar ekmeye, ekilenlere hizmet etmeye, büyüyenlere destek olmaya gayret ederler. Onlar bilirler ki her çekirdek bünyesinde koca bir ağaç taşır.
O kutlu sözler ki onlar ‘evlatlarını ve değerli tüm emeklerini’ buna teşbih ederler. Yani, ‘Güzel bir söz, kökü yerde sabit, dalları gökte güzel bir ağaç gibidir. Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.’ (İbrahim Sr:24,25) Buradaki ‘HER ZAMAN’ tabirini Allah Teâlâ kullandığına göre, bunu hayatla sınırlamaya ne gerek var. Allah öyle diyorsa öyledir.
Onlar, ‘İnsan kendisinin faydasız bir nesne gibi fırlatılıp atılacağını mı zannediyor.’ (Kıyamet Sr:36) ayetini okuyarak, Allah nezdinden bir ‘anlama ve değere’ sahip olduklarını ve sevildiklerini bilirler. İşte onların tüm kaygısı bu ilahi ‘anlamı, değeri ve sevgiyi’ iyi taşıyabilmek için, Safa-Merve arasında koşup zemzemi İsmail’in yanında bulan Hz. Hacer(as) gibi say etmekten/çalışmaktan ibarettir. Çalışmak, çalışmak, çalışmak… Çünkü onlar, bu şekilde çalışanları Allah’ın seveceği müjdesini almışlardır. Mükâfatı ‘Allah sevgisi’ olan bir çalışma, elbette çok değerlidir. Çünkü onlar ‘İslam, Müslümanlardan utanmaktadır.’(Afganî) ihtarıyla kendilerine çeki-düzen vermeye çalışırlar. İsterler ki kendileri ve nesilleri, İslam’ın yüz karası değil, -insanlar bilsin-bilmesin- İslam’ın yüz akı, alnının akı olmak isterler.
Hiç şüphesiz ki ‘Ümmet-i Muhammed’in Üretim Merkezleri’ olan Kuran ailelerinde, çekilen tek sancı bebek doğumlarının sancısı değildir. Bu evlerde çekilen ‘beyin, kalp, gönül sancıları’ da bu sahalarda ‘kutlu doğumlara’ sebep olabilecektir. Onlar nesillerini hem kendilerinden hem de Ebucehil’in oğlu Hz. İkrime (ra)’a paralel gelen insanlarla çoğaltmanın; ‘nicel ve nitel’ olarak artmanın kaygısını yaşarlar. Bu iki yönlü çabaya önem verirler çünkü Hz. Nuh (as) ve oğlu Kenan örneği, onlara göstermiştir ki bazen kan ve candan olan nesil ‘O, senin ailenden değildir.’ (Hud Sr:46) denilerek kişinin bulunduğu İslam ailesinin dışına itilebiliyor.
Onlar, zamanın değişmesiyle yeni şartlar ortaya çıkıp hayat şartları değiştikçe, yaşadıkları yeni şartlar içindeki ‘hayata Kuran’ı taşımak’ görevleri olduğunu, her dönem müminlerin bunu yapmaları gerektiğini bilirler. Salih atalara sahip iki küçük yetim çocuğun hazinelerini, onlar büyüyünceye kadar koruyan Allah’ın kendilerini de unutmayacağını bilirler. (Kehf Sr:82) Onlar, tüm kâinata hayatlarıyla ‘Ben Allah’ın kuluyum.’(Meryem Sr:30) derler.
Kuran ailesi, eline Kitabını alınca onun her ayet ve suresini bir tek düşünceyle okur: ‘Bu kitapta Allah bana, ne söylüyor?’ Onlar, Kuran’da kendilerine verilmiş hazır cevapların sorularını oluşturarak öyle okumayı da Kuran’ı anlama açısından önemli görürler.
Mesela: ‘Seni nasıl anayım?’ ‘Beni anmak için namaz kıl.’(Taha Sr:14)
‘Nasıl yürüyeyim?’ ‘Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.’(Lokman Sr:28)
‘Kime ne vereyim?’ ‘Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara(/çaresizlere, yoksullara) verin.’(Nur Sr.33), ‘Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.’(İsra Sr:26)
‘Ne yiyeyim?’ ‘Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır.’(Maide Sr:4)
‘Allah, neden insanı/beni yarattı?’ ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.’(Zariyat Sr:56); ‘Seni kendim için yaptım.’(Taha Sr:41) gibi
Kuran evinin anne-babası, bu evde kendilerinin sorumlu ve görevli olduğunu unutmayan kimselerdir. Onlar bilirler ki bu istihdam Allah Teâlâ’nın gözetiminde oluşmuştur. Ev halkı için uğraşmayı asla terk etmezler çünkü ümmet, evden çökmeye başladığı gibi yine evden ayağa kalkacaktır. Bilirler ki bu dünyada insanlar, Kuran’ı, ‘kariyer yapmakla kusur bulmak’ arasında yerini alabilecek yüzlerce farklı sebeplerle okumakta, incelemektedirler. Onlarınsa Kuran’ı okumaktan tek gayeleri vardır; doğru anlamak ve yaşamak
Kuran evinin halkı bilir ki onlar Kuranı öğrenip yaşadıkça, Kuran onlara ve onların evlerine de inip duracaktır. Bu yüzden ‘Ey Ehl-i Beyt!’ (Ahzap Sr:33;Hud Sr:73) hitabını doğrudan üzerlerine alınırlar. Çünkü onlar kendilerini ‘Hz. Peygamber’in ev halkı/iman ailesinin mensupları’ olarak görürler. Fakat kendilerinin insan olduğunu ve ‘İnsan zayıf yaratılmıştır.’ (Nisa Sr:28) bilgisini de kendileri ve başkaları için hiç unutmazlar. Ancak bu bilgi onlara bir rahatlık hali vermez aksine, hem kendileri hem de aileleri için her adımda daha da iyileşen bir yürüyüş ve her an devam halinde bulunan kendilerindeki zayıflıkları Allah’ın nizamıyla gidermek gayesinde olmaktan geri koymaz.
Vesselam…