(Bir modern öykü denemesi)
(Not: Değerli okurumun, bu öyküdeki olay örgüsünü kurgu kabul etmeme hakkını kabul ediyor, saygı gösteriyor ve öyküyü okurken bu konuda yazabilme cesaretini göstermenin zorluğunu göz önünde bulundurmasını istiyorum.)
MAVİ, telefonuna gelen aşağıdaki bilgiyi telefonundaki birkaç whatsapp grubuyla paylaştı.
HALİME YAKUP: 1954 Singapur doğumlu. 2017 yılından itibaren Singapur’un ilk kadın ve dünyanın ilk tesettürlü Cumhurbaşkanı. 6 milyon nüfuslu Singapur 1965’te Malezya’dan ayrılmıştır. Singa Püre, Aslan Ülkesi demektir. Nüfusunun %13’ü Malay kökenli Müslüman, geri kalanının çoğu Çinlidir. Halime Yakup, babası Hintli annesi Malay, beş çocuklu fakir bir ailenin kızıdır. Partisi halk hareketi, 52 yıldır iktidarda. Tek odalı bir evde, Hukuk Fakültesi Yüksek Lisansıyla üniversiteyi bitirmiştir. Kocası Yemenli ve dört çocuk annesidir. 2001’de siyasete atıldı. 2013-2017 arası Meclis Sözcülüğü yaptı. Kanuna göre Cumhurbaşkanlığı sırası gelen Malayların gösterdiği beş aday arasında seçime gidilmeden Cumhurbaşkanlığı görevine getirildi. Singapur, dünyanın en zengin 3. Ülkesi. Milli gelir 300 milyar dolar. Milli gelir fazlası 2 trilyon dolar. Vatandaşın yıllık geliri 85 bin dolar. İşsizlik oranı %1’dir. Pasaportu dünyanın en değerlisidir. Dünyanın en iyi havaalanına sahiptir. Halime Yakup on binin üstünde projeye imza atmıştır. Her gün sabah namazını yakın çevresiyle birlikte Singapur’un büyük camisinde kıldıktan sonra, halkının arasına karışıp problemlerini dinler. Halime Yakup, sen her türlü saygıya ve takdire layıksın!’ (Tercüme ve Derleme: N.D.)
Çoğu birbirini hiç tanımayan katılımcı sayısı epece fazla bir whatsapp grubunda bu konu şöyle değerlendirildi:
GRİ: - Ben bu haberi yorumsuz geçiyorum. (Gri, gruptaki tek erkek)
MAVİ: - Zaten yoruma gerek yok, başarılı bir yönetici, her şey ortada. Allah yardımcısı olsun, benzerlerini artırsın inşallah. Belki ümmeti toparlarlar.
GRİ: 1993’te bir bay öğretmen arkadaşımız, karşısındaki kişiye Tansu Çiller’i övüyordu. Bu sırada bana soru sormakta olan Özgü isimli çalışkanlığı, ahlâkı ve edebiyle örnek bir öğrencim, soruyu bıraktı, Tansu Çiller’i öven arkadaşa seslenerek: - Tuncer hocam, sizi kınıyorum. Resulullah (SAV)in söyle bir hadisi var, dedi ve şu hadisi söyledi: ‘İşlerini bir kadına bırakan topluluk asla felah bulmaz.’ (Buhari, Megazi, 82, Fiten, 18)
(Belki de bu sözler bir kız öğrenciden naklen yazıldı, daha etkili olur diye.)
MOR:- Demek ki Halime Yakup’tan daha iyi bir erkek yönetici gelirse Singapur dünyanın bir numaralı ülkesi olacak.
GRİ: - Başka hiçbir şey yazmayacağım, bu son: Hakikatin hatırı, dostlarımın hatırından üstündür. Hislerimiz, milliyetimiz, cinsiyetimiz vs. Allah’ın (cc) ve Resulü’nün (SAV) ölçülerinin önüne geçemez.
MAVİ: - Bu hadis, o dönemdeki İran’ın başındaki münkir ve müşrik kraliçe için söylenmiştir. Sebebi bellidir. Genel kural değildir. Kur’an’da Allah Teala, Hz. Belkıs’ın devlet başkanlığını detaylıca anlatarak över. Ve Hz. Peygamber, Kur’an’a aykırı bir şey söylemez. Fakat ne yazık ki bu sebebi belli söz, müşrik Arap örfünde genelleştirilerek Müslümanlara zerk edildi. Hz. Peygamber (asm) bu sözüyle, İran Kisrâsının ölümünden sonra sarsıntılar yaşayan, yönetime onun yerine Buran adlı kızını geçiren Sâsânî Devletinin kısa süre sonra yıkılacağını haber vermektedir. Nitekim bu devlet, kısa bir süre sonra Hz. Ömer döneminde yıkılmış, bu kız da esir edilmiştir. Yoksa bu tespit, bütün zamanları ve idarecileri kadın olan bütün devletleri kastetmemiştir. Şu anda da ülkemizde bir sürü kurum ve kuruluşta kadın yöneticiler vardır ve görevlerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Bir hadisi şerifin hangi durumda, hangi sebeple ve ne zaman söylendiği, o hadisin sahasını ve uygulanma alanını belirlemek açısından zorunludur. Yoksa bugünkü acınacak durumlar ortaya çıkar. Müslümanların çocukları, Merkel’in önünde diz çökerek yalvarır, kendilerini kovmaması için ağlarlar. Ben kadınların, Kur’an’ın kadınlara açıkça yasaklamadığı istisnasız her şeyi yapabileceklerine inanıyorum. Allah’ın helal ve haramları da cinsiyete göre değildir, bunun tek istisna var. Bu konuda İbn Hazm’ın görüşleri incelenmeye değer. Vesselam.
GRİ: - Yorum yok. HADİS
MAVİ: - Allah ve Elçisi, kadınların yönetici olmalarını yasaklamamıştır. Fakat cahiliyenin geleneksel ve modern olanı, sesini kesip görüntüsünü ortadan kaldırma başta olmak üzere, kadınlara özel yasaklar koymakta mahirdir ve heveslidir. Bu tür yasaklar, zayıf kişilikli insanları kendisine iyi hissettirir. Bunlar benim düşünce ve inançlarım, kimseyi bağlamaz tabi. Rabbimiz, Kitabımızı doğru anlamayı lütfetsin hepimize. Bu hadise istinaden ortaya çıkartılan yasakçı görüş, hadise sonrakilerin giydirdikleri zoraki bir yorumdur. Hadisin tam metni de böyle değil zaten. Neyse… Selamlar
GRİ: Herkes bakar hocam, kaynaklar yazıyor.
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-17.07.2019
İnsanoğlu kendi biricikliğini teklik olarak görürse tanrılaşır. Tarihin her döneminde, ‘ilimde, fikirde, siyasette, sanatta vs.de’ insanlar arasındaki konumu biricik olanların bir kısmı ya bizzat kendilerinden veya çevrelerinden ya da hem kendilerinden hem de çevrelerinden kaynaklı olarak tanrılaşmaya açılan kapılardan içeri girmişlerdir. Esasında bu risk yaratılmış her insan için kendi sınırlarının farkında olmadığı veya sınırlarını unuttuğu yani ölümlü bir beşer olduğu halde haddini aştığı her durumda söz konusu olabilir. Bu durum geçmişte çok yaşandı, bugün de artarak yaşanmaya devam ediyor. Buna herkesin bildiği pek çok örnek vermek mümkündür. Uzak geçmişte Nemrut, Firavun; yakın geçmişte Comte, Hitler, Mussolini, Marks, Lenin, Stalin, Mao; günümüzde de bunun örnekleri dünyanın her yerinde sayılamayacak kadar çoktur. Tanrılaşmaya başka bir isim vermek gerekirse ‘vazgeçilmez(?) tek olmak’ denilebilir.
Tanrılaşmak nedir?
İnsancılık/hümanizm, insanı evrende tek ve en yüksek değer olarak gören, insanı geliştirme ve yüceltmeyi amaçlayan bir düşünüştür. Varlığı anlamakta ve anlamlandırmakta, tanrı-merkezci anlayışın terk edilmesi, insan-merkezci bakış açısının benimsenmesidir. Bu sürecin sonucu olarak insanın tanrılaşması demek olan hümanizm, insanı dünyevileşme sürecinden geçirirken otorite, hegemonya ve meşruiyetin tek kaynağı olarak da insanı görür. Din dünyadan uzaklaştırılırken, dünyevi olanın dinselleştirilmesi/kutsanması da bu sürecin sonucudur. Böylece ortaya çıkan tanrılaşmak, insanın kendisini “her şeyin ölçüsü ve ölçütü” kılmasıdır. Bunu yaptığında insan kendisi için iyi, güzel, faydalı, doğru olanı belirlerken arzularına bakıyor ve hazlarını tatmin eden her şeyde süslü bir güzellik (9/Tevbe:37) görüyor; sonuçta, ‘Öyleyse her şey mubahtır.’ diyebiliyor. İşte bu tanrılaşmaktır. Çünkü Tanrı inancını kaybeden her kişi ya kendi tanrısı olur ya da kendisine bir tanrı bulur.
Kutsalın içindeki hurafeleri reddetmek yerine Yaratıcı fikrinin reddedilmesiyle birlikte hakikate giden yolun yitirilmesinin hemen ardından, önce insanın, sonra gücün, daha sonra güce sebep olan imkân, bilim, teknoloji gibi araçların kutsanması, din dışı kutsallıkların ortaya çıkmasına sebep oldu. Çünkü insan, gerçek anlamda hiçbir kutsala sahip olmadığında, ihtiyaç duyduğu bu saha boş kalmamakta; film, müzik, spor, siyaset ve medya yüzlerinin kutsandığı bir sürece gelinmektedir. Başarı(?), makam, şöhret, servet, kudret, şehvet insanların yeni putları olarak her gün okşanmakta ve sevilmekte, acıktıkça yenilmekte, böylece bu süreç de kendi hurafelerini oluşturmuş olmaktadır.
Nedir tanrılaşmanın alameti?
Tabi ki ilk olarak her türlü kutsala, reddeden, basite alan veya tarihte kaldığına inanan bir önyargı ile yaklaşmaktır. İkinci olarak da kutsaldan boşaltılan her yere hemen, kendilerine, beğendikleri bir kişiye/kişilere ait görüş, düşünce ve önerileri, ‘tek ve vazgeçilemez, değiştirilmesi söz konusu edilemez ebedî doğrular’ olarak yerleştirmektir. Bu tavır kendini ebedî kılmaya çalışmanın bir yöntemidir. Hâlbuki insanlığın tecrübe birikimi de zamanla artarak toplumları geçmişlerinden çok farklı yaşam tarzlarına yönelten değerlere doğru götürebilmektedir. Bu tavır, bu anlamdaki bir gelişmeyi mümkün kılmayan bir donukluğa da sebep olmaktadır. Bu tavır aynı zamanda, zatı itibariyle zemin ve zamanlar üstü olamayanın, kendisini ve onayladığı hususları zemin ve zamanlar üstü kılmaya çalışmasıdır. Zaten insanın tanrılaşması da budur.
İnsanın bilgisinin ve düşüncesinin elbette sınırları vardır. Çünkü insan ancak algılayabildiği şeyleri kavrar, kavrayabildiği şeyler üzerinde düşünebilir. Üçgen veya daire denildiğinde, zihin bu şekilleri daha önce gördüğü ve öğrendiği şekilde kendi içinde çizer ve görür, buna algılamak denir. Meselâ; ‘kalem’ denildiği anda zihinde oluşan kalem görüntüsü ‘algı’, kalem kelimesi ‘kavram’, el ile yazmak gayesiyle kullanılan alet ‘gerçek kalem’dir. Yani ‘algı, kavram ve gerçek’ üç ayrı ve birbirine bağlı husustur. Bu durum başlangıçta zihnin bir şeyi tasavvur etmesiyle/ algılamasıyla/ yani o şeyin görüntüsünü canlandırabilmesiyle mümkündür.
İnsanın varlığını bildiği her şeyin görüntüsünü zihninde oluşturabilmesi mümkün değildir. İnsan ise ancak algıları yoluyla ihata edebildiği ve bu yöntemle kavrayabildiği şeyler üzerinde düşünebilir, düşünebildiklerini anlayabilir ve tüm bunları da aklı ile gerçekleştirir. Çok kıymetli bulunan ve insanların sık sık davet edildikleri ‘düşünme’ eyleminin (59/Haşr:21; 47/Muhammed:24; 54/Kamer:17; 4/Nisa:82…) böyle bir alt yapıya sahip olması ve bunun kişi tarafından bilinmesi gerekir. Bu durum kişiye neyi tefekkür edip edemeyeceğini öğretir. Bu önemlidir çünkü insan her anlamda sınırlıdır; sınırlı olduğunu, düşünmek konusunda da bilir ve anlarsa tefekkürünü uçuruma sürmez ya da tefekkürü onu uçuruma sürüklemez. Yani bu bilince ulaşan kişi, bazı durumlarda kendi kendisine ‘Burada duracağız.’ diyebilir. Bunu diyemeyen kişi, tıpkı ilk koyunun atladığı uçurumdan gerideki tüm sürünün birer birer atladığı gibi, kendisini herhangi bir uçurumdan üstelik ‘ilim, bilim, filim, dilim, dinim…’ diyerek faniler tarafından kutsanmış görüşler için atabilir.
Neden böyledir?
Çünkü insan gerçek anlamda ve doğru şekilde tefekkür etmek istemediğinde yolu mecburen bu mecralara düşmektedir. Bazı kişiler ne kendi sınırlarını ne de başkalarının sınırlarını görmek ve bilmek istememektedir. Çoğu kere tatlı bir rüya, yorgunluk veren bir uyanıklıktan iyi gelmektedir bu yönelişteki kişilere. Hayatlarını eksik bir kılavuz olan duygularına teslim etmeyi kolay bir yol olarak tercih ederler; aklı kullanmanın ve tefekkürün zorluğunu yaşamak istemezler. Her şeyin hazırını arzu ettikleri gibi bilginin de hazırını isterler, oysaki pek çok bilgi, her insana aynı şeyi söylemez. İşte bu yüzden esasında herkes hayatı -ama doğru ama yanlış eylemleriyle- kendi yaptığı yolda yürümeye mecburdur.
Bilgelik ve Cehalet Vadisi-4
ŞAHMERAN’LA KARŞILAŞMA
Geri dönenlerden sonra kalanlar toplandı, yolculuğun bundan sonrasının nasıl geçeceği ile ilgili olarak konuştular. Fakat bu konuşma o kadar uzadı ki hava iyice karardı ve birden gök gürleyip şimşekler çakmaya başladı. Tüm kuşlar sağa sola bakınırken biraz ilerdeki mağarayı gördüler ve sanki ağız birliği etmiş gibi mağaraya doğru uçmaya başladılar. Mağara alabildiğine büyüktü. İlginç olan neredeyse duvarının ve zeminin her tarafında küçük delikler vardı. Tüm kuşların dikkatini çekti bu durum fakat dışarının fırtınası baskın geldiği için üzerinde durmadılar. Kısa süre sonra da hepsi bir deliğe girip uyumaya başladı.
Gecenin çok geç bir vaktinde Zümrüdüanka duyduğu bir sesle uyandı, aynı sesle Rade de uyandı. İkisi de gördüklerinin gerçek olup olmadığını düşünerek şaşkınlıkla bakıyorlardı. Karşılarında Meran ailesinden bir yılan duruyordu. Tüm meranlar gibi bu da çift başlıydı. Bedenin yarısı insan gibi ve üstünde bir insan başı, belden aşağı kısmında ise oldukça uysal bir görünüşe sahip ancak tek bir ısırıkta kırk insanı öldürebilecek kadar zehir üretebilen Taipan yılanına benzer bir yılan başı vardı.
- Ben, Yılan Ana Sultan Şahmeran’ın elçisi Kara Yılan’ım. Sizi Sultanımız davet ediyor, dedi kendi dilinde.
Her ikisi de bu yılan dilini anladılar fakat;
- Sultanınız kim dedin, dedi şaşkınlıkla Rade, Zümrüdüanka’dan önce
- Şahmeran Sultan, dedi Kara Yılan
- O bir masal değil miydi?
- Siz ne kadar masalsanız o da o kadar masal. Bu mağaranın sahibi odur, siz şu anda bizim dünyamıza giden vadinin girişindesiniz. Buyurun gidelim, dedi Zümrüdüanka’ya bakarak.
- Çaresiz kaldığımız için böyle oldu, hava düzelince çıkarız zaten dedi Rade
- Buyurun, şu anda sizi bekliyor, dedi tekrar Zümrüdüanka’ya dönerek.
- Bir dakika, dedi Rade, onun tek başına gitmesine izin veremem, ancak beraber gidersek onun seninle gitmesine razı olurum.
- Yoksa, diye tısladı elçi yılan
- Yoksa…
- Peki buyurun öyleyse, dedi ve bir delikten içeri girerken delik arkasındaki iki kuşun girebileceği şekilde genişledi, onlar da girdiler ve delik yeniden eski haline geldi.
Yerin yedi kat altına doğru gitmeye başladılar. Yılanın sürünerek, Zümrüdüanka ve Rade’nin uçarak gittikleri uzun, hızlı ve sessiz bir yolculuktan sonra Şahmeran Sultan’ın ülkesine vardılar. Güller, havuzlar, yılanlarla dolu bir dünyada neredeyse taş yerine altın, zümrüt, elmas, yakut kullanılmıştı. Kısa bir dinlenmeden sonra ikisini Şahmeran’ın bulunduğu yere götürdü elçi Kara Yılan. İkisinin de nutku tutulmuştu cik bile diyemiyorlardı. Ne Rade’nin gök gürültüsünü andıran sesinden ne de Zümrüdüanka’nın konuştuğunda herkesin nefes almadan dinlediği sesinden eser vardı.
Karşılarında, vücudunun yarısı insanlara benzeyen güzeller güzeli bir kadının başı vardı. Diğer yarısıysa yılandı ve kuyruk kısmında da engerek yılanını andıran bir yılan başı vardı. Tek bedende yaşayan bir dişi yılan ve bir kadın sultan tarafından yönetilen bir ülkeydi burası. Bu yılanların ailesine Meran denirdi ve yöneticileri Şahmeran ölünce ruhu kızına geçer ve aynı düzen devam ederdi. Örnek bir düzende barış içinde yaşayan bu yılanların akıllı ve şefkatli kraliçelerine Şahmeran denirdi. Gizemli bir hayatı ve yılanların sultanı olan Şahmeran, gömülere bekçilik eder, soluğu ve bakışı ile öldürebilirdi. Türkler, onu Erbökelerin (İnsan erderha) başı olarak kabul eder, bunların dişisine İşbüke derler; Erböke ve İşbükelerin yöneticisine de Şahmeran derlerdi. Hititler ona İlluyanka dediler. Bazıları ise öldürülünce kanının döküldüğü yerde kanatlı at/Pegasus ve zehirli yılanlar oluşan Medusa dediler.
- Hoş geldiniz, safalar getirdiniz, dedi Şahmeran
- Hoş bulduk, dediler.
- Bizi şereflendirdiniz.
- Biz böyle bir yeri ve sizi masal sanıyorduk, dedi Zümrüdüanka
- Biz de sizi masal sanıyorduk, dedi Şahmeran
- Sen gerçekten Şahmeran mısın? Ben bir kuş uykusunda ve kuş rüyasında değilim değil mi, sen nasıl Şahmeran olabilirsin?
Evet, o gerçekten bilgeliğin piri Yılan Ana Sultan Şahmeran’dı, adına efsaneler söylenen bir varlıktı tıpkı Zümrüdüanka gibi. Ancak o da işte bir gerçek olarak karşısındaydı. Başında taç bulunan etkileyici bir güzellik bedeni yılana benzer ve kuyruğunun ucunda yılan başı bulunan bir mahlûktu. Çift başlı olduğu söylenirdi gerçekten öyleymiş, ondan hep afeti devran bir güzel olarak söz edilirdi az bile söylenmiş, diye düşündüler. Canlı olan her varlığın onun bakışlarının, duruşunun, sözlerinin etkisinde kalmaması mümkün değildi. Her sözü doğrudan kalbe yol buluyordu sanki.
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-21.06.2019
İnsan hayatı, ‘zorunlu kader’ güzergâhında ‘seçilen kader’ yürüyüşüyle yaşanır. Çünkü kişi, kendi dışındaki pek çok durum, konum ve oluşumu hazır bulur ancak tüm bu şartlar içinde ‘ne olup olmayacağına, ne yapıp yapmayacağına’ fiziksel, ruhsal, duygusal yeteneklerini geliştirip güçlendir(eme)mesi doğrultusunda, gücü oranında kendisi karar verecektir.
Kaderin ilahî boyutunda insan sanki rüzgâr önündeki yaprak, ırmak içindeki su gibidir. Bu alan, soy, beden, renk, ana-baba, yaratılış zamanı, doğduğu coğrafya, cinsiyet vs. konularına matuftur. Bu hususlar için ‘O'nun, alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur.’ (11/Hud:56) buyrulmuştur.
Kaderin beşerî boyutunda ise insan, iradesini kullanabildiği her yerde kullanabilir, karar alır ya da kendisini başkasının kararlarına ve iradesine bırakabilir. İradenin yani seçme imkânının olduğu her yerde, beşerî kader insanın uhdesine bırakılmıştır. Bunun için ‘Biz, her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.’ (17/İsra:13), ‘Herkes kendi kişiliği ve inancı (mizacı, meşrebi ve yaratılışı, fıtratı, şakilesi) uyarınca hareket eder.’ (17/İsra:84) buyrulmuştur.
İnsanın şahsiyeti başta olmak üzere her anlamdaki varlığı ‘ilahî kader ve beşerî kader’ ortasında oluşur. Şahsiyet; kişi, değerli kişi, kişilik, belirgin özellik anlamlarına gelir. Osmanlı Döneminde ise bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli, şahıs olma, karakter sahibi ve makbul bir insan olma anlamlarında kullanılmaktaydı. En genel anlamda ise şahsiyet, akıl ve iradesini kullanabilen kişidir. Bu anlamda mesela bebeğe veya çocuğa şahsiyet denilmez.
Hiç şüphesiz ki irade de insandaki akıl gibidir. Kişi eğer aklını kullanırsa akıllı biri olduğunun anlamı olur. Yok eğer aklını kullanmayıp akılsızlar gibi davranırsa aklının olmasının bir anlamı olmaz. İrade de böyledir ancak kullanılırsa anlamlı olur.
İnsanın iradesini doğru kullanması ailede başlayan bir süreci gerektirir. Bu sebeple ruhen, zihnen, fikren sağlıklı nesiller ancak alt yapısı düzgün, sağlam ailelerde yetişir. Alt yapısı her anlamda bozuk üstelik öfke, nefret, şiddet ortamında yetişen kişiler, güç ve imkâna ulaştıklarında çoğu kere anne-baba, eş, çocuklar ve genişleyen akraba çevresi de dâhil olmak üzere herkese karşı her türlü davranış bozukluğu gösterebilirler. Görgüsüzlük, sonradan görmelik, bu anlamdaki davranış bozuklukları arasında en hafifidir.
Bu bağlamda insanın şahsiyetinin korunması ve oluşmuş insan şahsiyetinin bozulmaması için gerekli bazı temel ilkeler bulunmaktadır. Bunlar hem insanların eğitim ve terbiyesinden sorumlu olan kişiler tarafından öğretilmeli hem de her insanın bizzat kendisi yaşı kaç olursa olsun bu hususlarda bilgilenmeye çalışmalıdır. Bunların bazıları şunlardır:
Her insan;
AŞK VE SEVGİ VADİSİ
Döndüğü anda karşısında, bülbülü gördü. Konuşmaya gelmişti. Söyle anlamında bülbüle baktı. Bülbülün de soruları vardı.
- Bizim nereye doğru gideceğimiz belli değilmiş öyle mi?
- Öyle.
- Gittiğimiz yerde, ne bulacağımız da belli değilmiş öyle mi?
- Evet, öyle.
- Peki ya düşlediğimiz hiçbir şeyi bulamazsak ne olacak?
- Ben de bilmiyorum ne olacak?
- Öyleyse bu kadar belirsizlik içerisinde bizi nasıl peşine takıp götürürsün?
- Ben sizin hiçbirinize bizim peşimizden gelin, dediğimi hatırlamıyorum.
- Fakat biz, sizin gibi bilge ve üstün niteliklerle donanmış iki kuşun gitmek için yola çıktıkları yerin, kesinlikle yaşadığımız yerden daha iyi olabileceğini düşünerek peşinize takıldık.
- Biz bir bilinmeze doğru gidiyoruz.
- Nasıl yaparsınız böyle bir şeyi?
- Gerçek bu?
- Peki bunu neden yapıyorsunuz? Siz de biz de yaşasaydık yuvalarımızda, topraklarımızda, bildiğimiz yerlerde? Neden?
- Başka bir şey yapmak elimizden gelmiyordu. Gitmek zorunda hissettik kendimizi ve yola çıktık. Çıkmasaydık eğe yalayan kedi gibi kendi kanımızda olmasa da kendi duygu ve düşüncelerimizin girdabında boğulacaktık. Başka çaremiz yoktu.
- Peki biz ne olacağız şimdi, onca yol geldik peşinizden, daha iyi olacak diye fakat sen şimdi diyorsun ki ‘Biz bir bilinmeze doğru gidiyoruz.’ Madem öyle hep beraber dönelim. Neden kendinizi de bizi de tehlikeye atıyorsunuz.
- Bu bizim için mümkün değil.
- Ya biz?
- Siz her zaman özgürsünüz, ne isterseniz yapabilirsiniz. Ben sizin her kararınıza saygı gösteririm. Zaten gelirken bana sormadınız, eğer geri dönmek istiyorsanız, dönerken de sormanıza gerek yok.
- Öyle mi? Doğru söylüyorsun. Peki sizin yolculuğunuz daha ne kadar sürecek?
- Bilmiyorum?
- Gerçekten mi?
- Evet, gerçekten.
Bülbül, hiç sesini çıkarmadan döndü. Diğer bülbüllere durumu anlattı.
- Arkadaşlar, hepiniz durumu biliyorsunuz. Birbirinizle konuşun, danışın bir karara varalım.
Bütün bülbül türleri oradaydı: Nar bülbülü. Nil bülbülü, Ak kulaklı bülbülü, Tepeli bülbül, Çalı bülbülü, Ötleğen kuşu. Her birisinden bir temsilci söz aldı. Hep beraber durum değerlendirmesi yapmaya başladılar.
- Biz karanlık geceleri sesimizle şenlendiren varlıklarız, Davud peygambere ilham veren kuşlarız, nasıl bir bilinmeze doğru gideriz?
- Ormanlar, ağaçlar, bahçeler, çiçekler bizimle tamamlanır. Kimileri sanır ki biz sadece süslüyoruz buraları. Hayır, buralardaki bütün zararlı böcekleri yiyerek hepsini koruyan biziz. Oralar bizsiz ne olacak şimdi, hiç düşünmedik bunu.
- İnsanlar, bizim için şiirler yazar. Var mı başka hakkında bu kadar şiir yazılan bir kuş türü? Mesela kan davalımız Alaca Baykuş için yazılmış bir tek aşk şiiri var mı? Ama insanoğlu çok garip tabi, bizim neden kendi cinsimizden kuşlara âşık olacağımızı değil de bahçelerdeki güllere âşık olduğumuzu yazarlar, bunu anlamak mümkün değil. Hâlbuki biz, kenarına konduğumuz güle değil, âşığı olduğumuz bülbüle ilan etmekteyiz aşkımızı.
- Benim âşığı olduğum bülbül, bir gece sabahlara kadar ona olan sevgimi anlattıktan sonra beni anladı ve gönlünü açtı. İnsanlar bu yüzden bazen ‘gece kuşu’ diyorlar bize. Yine uykusuz gecelerimden birinde, beni o gece dinleyen Ayten Hanım ‘Demek şeyda bülbül adını bunun için verdiler sana?’ diyerek bulunduğum yere su koydu ve yiyecekler serpti. Benim ağlamamı, canıma batan dikenden sanmışlardı insanlar, hâlbuki ben, bülbülümün bir başka bülbüle meyletme ihtimali için ağladım durdum. Biz şimdi burada hep birlikteyiz fakat insanlar bizi görmezlerse aşklarını anlatacak şiirler yazmak için neden ilham alacaklar? Dönelim.
Sekülerleşmeye ve Küreselleşmeye Karşı
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-24.05.2019
Her insan, her durumda, bir sürü başka kişinin bulunmak istediği yerdedir. Ancak o kişi, kendisi de o anda başka kişilerin yerinde olmak istediği için başkalarının kendisine imrenen bakışlarının farkında olmaz. Belki bu yüzden ‘Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.’ (Müslim, Zühd 9. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet 58, Libâs 38; İbni Mâce, Zühd 9) buyurmuştur Peygamberimiz. Çünkü bu tavır kişiyi kendisine dingin ve iyi hissettirir. İşte insanların ‘mutluluk’ diye aradıkları şeyin kapısı orasıdır. Bu kapının içerisine ise her kişinin sahip olduklarından, bunlara sahip olmayanları faydalandırarak ve bu yolla onları mutlu ederek girilebilir. Çünkü mutluluk kapısından yalnız girmek yasaktır.
Günlerden herhangi bir perşembe: Sabahtan başlayan bir hazırlık, öğleden sonra yavaş yavaş sonuçlanıyor. Hazırlanan pişirilmiş yemekle birlikte bir miktar yemeklik malzeme, dışarıdan ne olduğu bilinmeyecek şekilde hazır edilerek evdeki uygun yaştaki çocuk ve gençlerle gideceği yerlere gönderiliyor. Bu malzemeyle giden çocuğun cebine bazen de bir miktar para konuluyor ve elindekileri verdikten sonra parayı verirken şöyle demesi söyleniyor: ‘- Teyze, annemin size borcu varmış, birazını gönderdi, kusura bakmasın, dedi; gerisini de eline para geçtikçe gönderecekmiş.’ (Esasında böyle bir borç yoktur.) Perşembe günü akşam namazı vakti girene kadar bir sürü evden bir sürü eve böyle malzeme gider ve insanımız bunun adına ‘CUMACELİK’ derdi. Eğer bu hazırlık perşembe gününde yetişmeyip ertesi güne kalmışsa yapılacak infakın cuma vakti girmeden yerine ulaştırılmasına çalışılırdı.
Hasat mevsiminden sonraki herhangi bir perşembe: Bir ailede, mevsim sonu hasadından aile, kendilerine kış boyu yetecek ekmeklik un hazırlarken fazladan 5, 6 çuval daha buğday öğüttürüyorlar. Her mahallede birkaç arabanın bulunduğu o yıllarda, bu fazla çuvalların her biri arabanın arkasına yerleştiriliyor ve teker teker gecenin çok geç bir vaktinde, gideceği evlere götürülüp kapının önüne sessizce bırakılıyor ve sessizce dönülüyor; perşembeyi cumaya bağlayan bir gecede… Bu dağıtım her yıl yapıldığı için o evde oturanlar ‘Acaba kimin bu?’ demeden sabah çuvalı görünce sevinerek dualarla içeri alıyorlar.
İnsanımızın ‘Cumacelik’ adını vererek yaptıklarının anlamını öğrenmemiz seneler aldı. Onlar kendilerini, perşembe gününün akşamına, akşam namazıyla birlikte giren cuma gününün gecesine ve cuma namazı vaktine hazırlıyorlarmış. Şöyle ki: Perşembe gününü oruçlu geçiren kişi, iftardan önce bir şeyler infak ediyor çünkü ‘pazartesi ve perşembe’ günlerinin/gecelerinin ‘amellerin arz vakti’ (Hakîm Tirmizî, Nevadiru’l-Usul, 2/260; Ameller, pazartesi ve perşembe günleri arz olunur. Ben de amelimin oruçluyken arz olunmasını isterim. [Tirmizî]; Pazartesi ve perşembe, günahlar affedildiği için oruç tutuyorum. [Müslim]; Cennetin kapıları pazartesi ve perşembe günleri açılır. [Müslim]) olduğunu düşünüyor; af ve mağfirete nail olarak dualarının kabule daha yakın olması için Allah’ın hoşuna gidecek şekilde hazırlık yapıyorlarmış. İkinci olarak, cuma günü duaların kabule en yakın olduğu öğle namazı vaktinden önce infakta bulunarak Yaratıcıya el açmak için bir ön hazırlıkmış. Yani kişi ‘Ben insanım ve Allah’a muhtacım.’ diyerek muhtaçlara veriyor ki Allah’tan istemeye yüzü olsun. Veriyor ki ‘Şunu ver Allah’ım!’ diyebilsin. Biliyor ki Allah, verene verir; vermeyene...
Şimdi 1440. yılımızın Ramazan iklimindeki bir perşembesinde bunlardan neden söz ediyorum? Çünkü buna benzer ortamlarda yetişen kişiler, kendiliğinden, içinde yaşadıkları topluma karşı sorumlu oldukları bilincine sahip oldular. Kendiliğinden, büyüklere karşı edepli olmayı öğrendiler. Kendiliğinden, yapılan iyiliğin mümkün olduğunca örtük kalmasının daha güzel olduğunu öğrendiler. Maddi durumları nasıl olursa olsun, bunlar, ‘Veren el’ (Buhârî, Zekât 18; Müslim, Zekât 94-97, 106, 124) olmaya ayarlı bir şahsiyet haline geldiler. Bunların gençlikleri de güzel oldu, yetişkinlikleri de.
Şimdi 2019 yılının herhangi bir perşembesi: Yer Güvenpark metro girişi. Merdiven boşluğunda çay ve sigarasını içen adam, çayını bitirdiği anda elindeki kâğıt bardağı ayağının az ötesine fırlattı. Yumuşak adımlarla merdivenden inen 60 yaşlarında gösteren, temiz giyimli bir erkek, sesinin en nazik tonuyla ve çöp kutusunu işaret ederek: - Beyefendi, bu yaptığınız olmadı, dedi. En fazla 28-30 yaş arası kadar görünen bu zayıf yapılı genç adam, zannımca oradaki esnaflardan birisi olmalıydı. Birden kabararak ve sesini becerebildiği kadar kalınlaştırarak: - Ben istersem olur, dedi. Diğeri yürümeye devam ederken tekrar cevap verdi: - Hayır, sen değil yanlışı kim yaparsa yapsın doğru olmaz. Genç adam arkasından onun duymasını isteyerek bağırdı: - Ben ne istersem, o, olur!
İSTEK VADİSİ
Kanat sesleri arasında olabildiğince düzgün bir uçuşla gidiyorlardı. Şüphesiz ki herkesin bu yolculuktan sonra ulaşmak istediği farklı hayalleri vardı. Herkes kendi hayaline doğru uçmanın mutluluğunu yaşıyordu. Fakat esasında hiç kimse bu yolculuğun sonunda ne olacağını bilmiyordu. Bülbül, yorulduğunu hissediyordu. Kanarya da acıkmıştı iyice.
Rade ve Zümrüdüanka’da yorulmuştu. Çünkü bu ikisi de arkalarına takılan ve kendileri gibi uçamayan kuşlara uyum sağlamak için çok yavaş uçmaya çalışmaktan yorulmuşlardı.
Rade, Zümrüdüanka’nın yorgunluk hissini dağıtmak için ne yapması gerektiğini düşünerek uçuyordu. Düşünceleri, kendi eğitim yıllarına doğru gitti. Binlerce kuş ortasında, en iyi olmak için çabaladığı yıllara…
Yönetici Allı Horoz, tüylerini iyice kabartmış bir şekilde konuşuyordu, Kanatlılar Eğitim-Öğretim Kurumunun ortasındaki kürsüde. Bu bölüm, kurumun ‘Yüksek Uçuş Bölümü’ olarak adlandırılıyordu. Bir yanda kartallar, bir yanda şahinler, bir yanda kırlangıçlar, bir yanda leylekler ve diğerleri de arka arkaya uzayıp gidiyordu.
Güzel tüyleri ardında açılmış bilge tavus kuşu, yaşlılığı sebebiyle artık zor duyduğu için yanındakine sordu:
- Ne diyor bu Allı Horoz yine?
Oradaki bir kuş cevap verdi:
- Kartallara uçmamaları gerektiğini öğretiyor.
- E haklı, doğru söylüyor, derken kibirle kuyruk tüylerini toplayıp başını yukarı doğru kaldırırken göklere hasretle bakıyordu.
Onun yanındaki kuş söze karıştı:
- Allı Horozun hocalığı, en fazla sabah erken ötme konusuyla, kümes nasıl yönetilir, hususundan ibaret olmalıydı. Kanatlılar Eğitim-Öğretim Kurumunun Yüksek Uçuş Bölümüne, en yüksek yerlere kadar uçabilen kuşlardan biri yönetici olmalıydı.
Tavus kuşu, öfkeyle döndü, kuyruk kanatlarını titreterek deve kuşlarının yanına gitti. Fısıldayarak durumu onlara özetledi. Birbirlerini onaylayarak şöyle diyerek ötüştüler:
- Ahmak bunlar, ahmak bunlar…
Kenarda duran bülbül ve kanaryalar da karıştı sözü:
- Çok yükseklerde uçmak sağlığa zararlı, büyüklerimiz bize hep bunu öğütlediler.
Deve kuşları da seslendi öte taraftan:
- Biz de kuşuz ama toplumu ifsat edecek böyle şeylere hiç sebep olmuyoruz. Böyle şeylere sebep olmayı, doğru da bulmuyoruz. Nedir bu, ‘Biz kartalız ama?’, ‘Biz şahiniz ama?’ deyip durmalar. Ne olmuş yani biz de kuşuz hem de deve kuşuyuz. Lütfen herkes haddini bilsin.
Tavus kuşlarıyla deve kuşlarının arasına tavuklar da katıldı ve hep birlikte ötüşmeye başladılar.
- Ahmak bunlar, ahmak bunlar, diyorlardı. Fakat insanlar onların ne dediğini anlamadıklarından, acıktılar zannıyla yemleri yenilediler.
Rade, Zümrüdüanka’nın sesiyle daldığı anılardan uzaklaştı. Ne kadar üzülüyordu o zamanlar ne kadar acı çekiyordu. Bazı şeyleri biliyor, anlıyor ancak anlatabilecek bir kuş diline de henüz sahip değildi.
- Rade, dedi, Zümrüdüanka, görüyor musun, bu yol, İstekler Vadisi’ne gidiyor.
- Evet, dedi Rade
- Fakat burasının ucu bucağı görünmüyor. Ne tarafa doğru döneceğimiz de belli değil. Ne dersin, kuşları durdurup durumumuzun açıklamasını yapalım mı?
- Evet, tabi ki bir açıklamama yapmamız gerekiyor. Çünkü herkesin bu yolculuktan çok farklı beklentileri var. Fakat şu anda hiçbirimiz uzağı bırak önümüzü dahi göremiyoruz.
Zümrüdüanka ve Rade, konabilecekleri bir yere geldiklerinde, konma işareti verdiler ve arkalarına takılan kuşlarla birlikte kondular. Herkes hem biraz dinlenmek hem de biraz yem yemek istiyordu. Bark ve Işık’ta Rade ve Zümrüdüanka’yla birlikte dördünün yiyeceklerini hazırlamaya başladılar. Zaten Zümrüdüanka çok az şey yiyordu, esasında Rade de öyleydi. Neredeyse hazırladıklarının çoğunu kendileri yediler. Biraz da uyuyup dinlendiler.
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-05.05.2019
Eşyaların insanlardan değerli olduğu evlerde yaşamanın verdiği sıkıntı ve yorgunlukla iç dünyasını yıpratıp yaşlandırırken dış dünyasını süsleyen zincirinden hoşnut kölelerin hiçbir zaman, gerçekçi ve anlamlı bir özgürlük savaşı olamamıştır. Böyle olan kişi, farkına varmadan bir hedef sapması yaşıyor; vicdanına ve Yaratıcısına karşı ‘özgürlük ve bağımsızlık savaşı’ verip kazanabileceğini sanarak kendisini insanlıktan çıkarıyor, hayvanlıktan çıkarıyor, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye yani ‘in hum illâ kel-en’âmi, bel hum edallu sebîlâ/ onlar ancak hayvanlar gibidir hatta yoldan sapma konusunda daha beterdirler.’ (25/Furkan:44) şeklinde tanımlanan yere doğru düşürüyor.
İnsanın bu çabası, tıpkı bir ceninin annesine karşı ‘özgürlük ve bağımsızlık savaşı’ vermesi kadar çocukça ve gülünç bir durum. Fakat bunu, aklı eren(?) yetişkinler(!) yapınca, ortaya bir insan azmanı çıkıyor. Bunlar, her yerde ve her zamanda yaşanan sorunların sebebi ve sürdürücüsü oluyorlar. Çünkü beşerin dünyadaki en temel hedefi, insana yakışır bir hayat yaşamak yani ‘HAZRETİ İNSAN’ olmaktır. İnsan olamayan beşer, ne olmuş olabilir ki?
Bu hedef gereği olarak 1440. yılımızda, dünyamızı bir kere daha şereflendiren Ramazan’dan ben, ‘İNSAN OLMAK’ konusundaki kararlılığımı -her şeye rağmen- kuvvetlendirerek bireysel dünyamı da şereflere gark etmesini istiyorum. ‘Şeref ve izzeti’ (4/Nisa:139) yanlış yerlerde aramamam gerçeğini, hayatımın en kuvvetli ve en kıymetli temeli kılmasını istiyorum.
Böyle yüce bir gayeyle bireysel dünyamı şereflendiren Ramazan’ın, bununla yetinmemesini, şefkatli bir anne ve bilge bir öğretmen gibi her durumda elimden tutmasını istiyorum. İnsanlarla ilişkilerimin bazılarında gönüller kırmış, bu esnada kendi dizlerimi de yaralamıştım. Gönül kıran ağzımı iyice yıkayıp gönül kıran hallerimi ıslah edip yaralanan dizlerimi sarmasını bekliyorum.
Bazıları da benim gönlüme, -gönlüm bir paspasmış gibi- bastı, ezdi, geçti. Gönlümü toparlayıp almasını;
‘Vasıl olmaz Hakk’a kimse cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pürnûr olmadan
…
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ede Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan.’ (Şemseddin Sivasî)
beyitlerinin tecellisini gönlüme yaşatmasını istiyorum. Gönlümün çatlaklarını kendi kutlu merhemiyle sıvamasını, yaralarını merhametiyle okşamasını ve sevgi duygularımın tümünü sağaltmasını bekliyorum.
Kalbimin kırıklarını bağlamasını, aklımın ellerinden tutmasını, nefsimin terbiyesini kendi ellerimle bana yaptırmasını da bekliyorum. ‘Ben’, dediğim şeyin mekânı olan her bir organımın ve tüm organlarımın komutanı olan bütün duygu, düşünce ve kararlarımın makamlarını, günden güne iyileştirdiğim bir sürece beni girdirmesini istiyorum.
Çok yoruldum çok. Cehaletini bilmeyen çok bilmişlerden, kıskançlıktan çatladığı halde ‘Kardeşiz!’ diyenlerden, ellerinden dev aynasını düşürmeyenlerden, hiçbir iş yapmayıp her iş hakkında konuşanlardan, sürekli kendisini aklayıp paklayıp bulunmaz Bursa kumaşı olduğunu sananlardan… Tüm bunların arasında ezilen duygularımı toparlayıp bir aylık karantinasında sağlığına kavuşturmasını bekliyorum.
Görünür olmaya çabalayıp da insan olamayanlarla cirminden büyük laflarla binlerce peynir gemisini yürütenlerin ortasından, beni çekip almasını ve kendi sahil-i selametinde Hz. Yunus misali ‘La ilahe illa ente subhaneke, inni kuntu minezzalimin. / Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (21/Enbiya:87) diye inleyerek gözyaşlarıma karışmış pişmanlıklarımın üzerini ‘rahmet yapraklarıyla’ (37/Saffat:146) örtmesini bekliyorum.
Vicdanım sanki uzun zamandır öksüz, yetim, kimsesiz bir çocuk gibiydi. Vicdanımın yırtıklarına dikiş atmasını, onu büyütmesini, sesini yükseltmesini, o sesi de kalbime ve gönlüme hâkim kılmasını istiyorum.
İnsan nisyan ile maluldür. Hiç unutmamam gerektiği halde unuttuklarımı bir bir hatırlatarak hayatımı yeniden düzenlemesini bekliyorum. Yemeklere doyunca, suya kanınca, hava soğuksa giyinince unuttuğum yoksulları, garipleri, yetimleri unutmayacak bir bilince ulaşmamı sağlamasını bekliyorum.