Rade, hiç durmadan uçup durmalarından sıkılmış gibiydi. Belki de biraz Zümrüdüanka’yı konuşturmak istiyordu. Sordu:
- Zümrüdüanka, sen, bir zamanlar yeni yöntemlerle uçuş eğitimi almak için ayrılmıştın hani, ne öğrendin o zamanlar, bildiklerine ek olarak?
Zümrüdüanka, ‘Sen bunları nereden biliyorsun?’ gibi bir soru sormak istedi ancak Rade’nin kendisiyle ilgili, kendisinin bile çoktan unuttuğu şeyleri bildiğini hatırladı.
- Pek de fazla bir şey öğrenmedim esasında fakat o sürece kadar bu eğitim gözümde büyüyordu. Hâlbuki şimdi, o eğitimin verilmesindense belki verilmemesinin kuşların yüksek uçuş kabiliyetine zarar vermemesi için gerektiğini düşünüyorum.
- Böyle düşündüğünü bilmiyordum.
- Bu konuda pek konuşmak istemediğim için böyle düşündüğümü kimse bilmiyor.
- Ne vardı size öğrettikleri şeyler arasında?
- Anladım, yol uzun ve sen, bu yolculuğu ikimiz için daha güzel hale getirmeye çabalıyorsun. Bu yüzden beni konuşturmak istiyorsun. Peki, anlatayım. Girdiğim Yüksek Uçuş Okulunda gördüğüm ilk eğitimin adı ‘İtiraz ve Savunma’. Burada yeni her ne varsa itiraz edip geçmişe ait ne varsa savunmak gerektiğinin dersi verildi. Her yeni, çirkin ve köksüz; her eski, soylu ve güzel kabul edilmeliydi. Bu dersin hocasına göre tüm eskilerin karşısında, en fazla tozları alınarak hayranlıkla hazır ol da durmak öğretiliyordu.
İkincisi ‘Şüphe’ dersiydi. Sen, sen misin; ben, ben miyim? Acaba öyle mi yoksa böyle mi, diyerek ruhu ve gönlü dayanaksız bırakmanın yöntemleri işlendi. Her şeyden şüphe duyunca hiçbir şeye doğru veya yanlış demek mümkün olmuyordu. Bunları diyemeyince birisini savunup öbürüyle mücadele etmeye gerek de kalmıyordu. Sanki bir ırmak kenarında suyu seyreden susuz gibi… öylece dur.
Üçüncü dersin konusu ‘Burun nasıl büyütülür?’ idi. Herkes en çok bunda zorlanıyordu. Burnunu o kadar büyütmeliydin ki kimse gerisindeki ‘Sen’i görememeliydi. ‘Sen’in gerçeğini kimse göremeyince, kimse senin hakkında değerlendirme de yapamıyordu. Bir kısmı: ‘Ya burnu bu kadar olanın kim bilir kendisi ne kadar olur.’, diyerek ‘Sen’i hiç tanımayacaklardı. Diğer bir kısmı da diyecekti ki: ‘Ya bu çok büyük bir kişi, inanın onun seviyesinde hiç kimse yok. Bu yalnızlığı, üstten konuşması, her konuda görüşü olmasından yani her konuda uzman olmasından. Hiçbirimiz onu anlamıyor ve onun seviyesinde olamıyoruz.’ diyeceklerdi burun oranına bakarak. Burunlarının büyüklüğünden kendileri ve kimlikleri asla görünmeyen kişiler, burun büyütmenin nasıl mümkün olabileceğini öğretiyorlardı. Bu gerekliymiş çünkü diğer türlü her önüne gelen her ağzı olan konuşuyormuş. Onların dinlenmesi ve kendilerine itiraz edilmemesi için bu tavır çok gerekliymiş.
Dördüncü ders ise ‘Boş atıp dolu tutma.’ adını taşıyordu. Dersin adı buydu, verilen eğitim ise kişinin gerçekte kendisinde olmaması gereken ne varsa veya kendisinde sevmediği, beğenmediği ne varsa sürekli tersini söyleyerek kendisini öyle tanıtmasının nasıl mümkün olacağıydı. Mesela, makam hırsını: ‘Benim için hiçbir makamın bir önemi yok. Ben davama adanmış bir insanım.’ diyerek;
Ya da para hırsını: ‘Para nedir, para kişinin elinin kiridir. Yıkarsın akar gider.’ gibi,
Ya da kıskançlığını: ‘İsteseydim, ben de onlar gibi olabilirdim fakat onlar gibi davranmak benim kişiliğime ve değerlerime ters. Benim tercihim bu.’
Tüm bunlar, Yüksek Uçuş Eğitimi için çağırılmış olanlara, ne kadar inandırıcı gelebilirdi? Çünkü oradaki tüm kuşlar, az çok gerçeği biliyor fakat susuyorlardı. İşte bu anlattıklarım, canlı örneklerin uzman oyunculuğu eşliğinde gelen herkese öğretiliyordu.
- Sonuç ne oldu?
Ya da
‘Boş Çerçeve’ Satın Almak
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-15.04.2019
I
Devletler ve toplumlar da insanlar gibi yorulur, yıpranır, hastalanır ve bitkisel hayata girebilirler. İnsanlarda bunların belirtileri olduğu gibi, toplumlar ve devletlerde de bunların oluşmaya başladığının veya çok ilerlediğinin belirtilerini görmek mümkündür. Denilebilir ki: ‘İnsan, canlı bir organizmadır, sağlığı çok iyi olsa bile yaşama süresi yine de sınırlıdır.’ Evet, öyledir. Zaten kişilerle devlet ve toplumun en önemli farkı da buradadır. Devlet ve toplum, her yeni kuşakla -o kuşağı doğru, iyi ve bünyeye uygun yetiştirmek şartıyla- kendisine yeniden doku-ilik yani gençlik nakli yapabilir. Bu da devletin ve toplumun ömrünü uzattıkça uzatır. Bu durum hem devlet hem de toplumun ‘bireyin eğitimi’ hususundaki titizliğiyle doğrudan ilgilidir.
Dünya üzerinde yapılan eğitimlerin tümü:
*Kişinin, kendisini bilinçli ve bilinçsiz eğitimi
*Kişiyi, başkalarının bilinçli ve bilinçsiz eğitimi
*Kişiyi, sosyal hayatı etkileyen tabiat olaylarının bilinçli ve bilinçsiz eğitimi
*Kişiyi, toplumsal olgu, olay ve durumların bilinçli ve bilinçsiz eğitimi, başlıkları altında ele alınabilir.
Bu eğitimlerin sonucu, kişinin zihinsel ve duygusal iç âlemiyle dış etkenlerin etkileşimiyle ortaya çıkar.
Bunların hepsi üzerinde etkili olan, ‘vahiy’ yoluyla yapılan İlahî eğitim ise ne kadar dışarıdansa bir o kadar da içeridendir. Çünkü yaratılışı gereği insan, kendi varlığının derinliklerinde, kendisini var kılan/yaratan bir varlığın olduğunu bilir; körleşmediği sürece de ilerleyen yıllarda bu bilgi bilinç haline gelir. (2/Bakara: 18,171) İşte bu sebeple inanan kişi için hem ‘vahiy’ hem de Tanrı adına, Tanrı sözü gibi/Tanrı sözü yerine söylenen sözler, -gerçekte öyle olmasalar bile- insanlar üzerinde çok etkilidir. Bu durumu bilen ve kullanmak isteyen bazıları, insanları ve toplumları yönlendirmek adına, Allah’ın gerçek bir vahiyle söylemediğini, adeta Allah’ın sözü imiş gibi söyleyebilmektedirler. Böyle bir eylem, hangi niyetle yapılırsa yapılsın yanlıştır. Bu durum, Yaratıcının insana bıraktığı geniş özgürlük alanını, insana dar etmek, mümkünse yok etmektir. Söylemediğini Allah’a söyletmek, tabii ki haddini aşmaktır. Bu tavır vahiyde ‘İnsanları Allah ile aldatmak’ (35/Fatır:5; 31/Lokman:33) şeklinde tanımlanır. Bu durumun bir başka ifadesi de şöyle: ‘Demek bizim beyinsiz olanımız, Allah hakkında ipe sapa gelmez sözler söylüyormuş. /Şüphesiz biz, insanların ve cinlerin Allah hakkında asla yalan söylemeyeceklerini sanıyorduk.’ (72/Cin:4,5). Buradan öğrendik ki iyi veya kötü niyetle Allah adına yalan söylenebiliyormuş.
II
2013 yılında Bedri Baykam isimli bir ressam, ‘daha önce böylesinin yapılmadığını’ söyleyerek 600 tl.ye yaptırdığını söylediği boş bir çerçeveyi satışa sunmuş, (Hâlbuki boş çerçeve, Viyana Modern Sanatlar Müzesinde çok önceden beri bulunmakta; dahası esasında sanatın bazı dallarında neredeyse 100 yıldır etkili olan Dadaizm akımının etkisiyle dünyada uzun zamandan beri benzerleri yapılmaktadır.) Murat Ülker’de (bildiğimiz Ülker markası sahibi) bu çerçeveyi ‘kavramsal sanat’ adına, o günün parasıyla 125 bin dolar ödeyerek satın almıştı. Tabii ki bu tarihten sonra, satıcı ve alıcı arasında daha önce söz konusu bile ol(a)mayan bir dostluk başlamıştı. Herhangi bir marangoza 100 tl.ye yaptırılabilecek sadece çerçeveden oluşan bu tablo(?), Kasım 2016’da ‘Boş Çerçeve’ ismiyle Contemporary İstanbul'da 125 bin doların üzerinde bir değerle tekrar satıldı. Alanlar mı zeki, satanlar mı, bu ayrı bir değerlendirme konusu.
Satın alanlar, bu boş çerçeveyi evlerinin ya da iş yerlerinin en özel köşesine asmışlar mıdır yoksa satın aldıkları esnada kendilerince bir gösteri yapıp götürüp bir kenara atmışlar mıdır bilemiyoruz. Biz burada, boş çerçeveyi satmanın ve almanın değerlendirmesini yapacak değiliz. Sonuçta, alan razı, satan razı… Böyle bir durumda bize de milletimizin böyle satışlar sonrası söylediği sözü söylemek düşer: ‘Hadi hayrını gör!’
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-10.04.2019
Dünyanın her tarafında bulunan kültürler ve medeniyetler, birbirlerini etkiler. İnsanlara değerli, güzel, anlamlı gelen kültür ve medeniyet unsurları, başka toplumlar ve kişiler tarafından öğrenildikçe kendiliğinden kabul görebilir. Böyle olmayan ancak gücü tekeline almış kültürler ve medeniyetlerin çoğu ise bu benimsetmeyi farklı yöntemlerle dayatır. Bu yöntemler, kendi üstünlüğünü ve muhatabın değerli hiçbir şeye sahip olmadığını varsayan bir önyargıdan kaynaklanır.
Takvimler medeniyet aktarımının önemli bir unsuru olduğu gibi, günümüz itibariyle kitaplar, filmler, iletişim unsurları da bu aktarıma vesile olmaktadır. Herhangi bir toplumda değişen yaşam tarzı, giyim biçimleri, kutlamalar, kültür ve medeniyet aktarımını görünür kılan önemli unsurlardandır.
Mesela; ‘Miladi Takvim’ (Hz. İsa as.ın doğumunu başlangıç sayan takvim), Batı-Hıristiyan kültürünü, gittiği her yere götürür. Bu takvim, bir başka toplum tarafından kabul edilsin veya o topluma kabul ettirilsin, ilgili ülke ve vatandaşları, yavaş yavaş yaşam tarzı, pek çok özel gün ve tatil gününde Hıristiyan dünya ile aynılaşacaktır. Hâlbuki tatil günü konusunda bunun tersi bir teklif, Batı-Hıristiyan Medeniyetine mensup bir ülkeye yapılsa bu onları dehşete düşürür, söz konusu bile ettirmezler. Mesela, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada, ABD, Rusya’ya ‘Bundan sonra tatil gününüz ‘Cuma’ olacak, cumartesi hafta başı olacak, pazar da çalışıyor olacaksınız.’ denilse ve aynı teklif Filistin coğrafyasındaki işgal toplumuna yapılsa durum ne olurdu? Bu basit öneriyi, sadece kendi toplumumuzun mevcut durumunu genel bir tefekkür için yaptım. Yoksa mesela, artık evlenen gençlerin sadece giyeceklerinin değil, kullandıkları müziklerin ve düğünlerini yaptıkları salonlara girişlerinin bile Hıristiyan-Batı kültürüyle yapılan bir düğündeki kilise salonuna girişle birebir aynı olduğundan söz etmeyeceğim.
Hıristiyan-Batı Medeniyetine eklemlenmek ve entegre olmak(?) adına, ülkemizde kendi millî kültürümüze karşı her birkaç ayda ve yılda yapılan köklü değişiklikler karşısında, senelerce savaştan ve koskoca imparatorluğun yıkılışından yorgun-bitkin çıkan milletimizin, 27 Mayıs 1935'te çıkarılan kanunla hafta tatilinin perşembe ve cuma yerine, Yahudi ve Hıristiyanların dinlerine uygun olarak cumartesi ve pazara değiştirilmesine itiraz edecek insanı ve gücü o kadar tükenmiştir ki en fazla bu değişimin ne demek olduğunu anladığımızda:
‘Bize bir nazar oldu, Cumamız Pazar oldu.’ (A. N. Asya) diyebilmişiz.
Tabii ki bu dönüşüm, yani sosyal nizamın devlet eliyle Yahudi ve Hıristiyanların değerlerine uyarlanmaya çalışılması, ülkemizde yaşayan ve zaten kendileriyle ilgili her hususta sınırsız özgürlüğe sahip Yahudi ve Hıristiyanları çok mutlu etmiştir. Fakat bu durum da önceki ve sonraki pek çok karar ve eylemler gibi milletimizin sinesinde yeni ve kapanmaz bir yaraya daha sebep olmuştur.
Bu ve benzer değişimlerin hepsine birden sevinen asıl kesim ise Osmanlı Devletimizle asırlardır savaşan ve yok edebilmek için her yolu deneyen Hıristiyan-Batı Medeniyetiydi. Bu medeniyetin karşısına konuşlanmış olan İslam Medeniyetinin en güçlü temsilcisi Osmanlının -yıkılış sürecinden sonra- yerine kurulan (alacaklarında ve haklarında değil, sadece borçlarında mirasçısı kabul edilen) yeni devlet, Hıristiyan-Batı’ya ait değerleri benimsiyor, yani bir anlamda onların üstünlüğünü kabul ediyor, onlara entegre olabilmek için onlar karşısında kendisine ait her değeri yok sayıyor ve yok ediyordu. Esasında bu durum onların zaten asırlardır istediği bir şeydi. Sonunda Osmanlının varisleri, onları karşısında, -onların baskı ve direktifleri söz konusu olsa da- kendilerini özgün, milli ve değerli kılan şeyleri terk ediyor, Batı-Hıristiyan Medeniyetinin değer ve prensiplerini istiyordu. Fakat dünya üzerindeki hiçbir değer ve prensip, başka coğrafyalara giderken/götürülürken ait olduğu kültürü ve medeniyeti terk ederek gitmez. Tersine dini, edebiyatı, müziği vs. dâhil olmak üzere her şeyini toplar gider. Nedense ülkemize dayatılan hususlarda bu hakikat görmezden gelinmiştir.
YALNIZLIK VE TEKLİK VADİSİ
Ormanlarından çıkmışlardı. Yönleri belliydi, gidecekleri yeri biliyorlardı. Ancak hedeflerine ulaşmak için oradan itibaren Zümrüdüanka, Rade, Işık ve Bark, yedi dipsiz vadinin içinden bazen yürüyerek bazen uçarak geçmek zorundaydılar.
Yukarıdan aşağıya doğru baktılar. Dereler, ırmaklar kırmızı akıyordu, gözler kırmızı yaş döküyordu. Her şeye ağlanabilirdi. Yurtlar, yuvalar, canlılar, cansızlar, eski ve yeni her şey yıkılmış, dağılmış durumdaydı. Belki de sessiz ağlıyordu herkes gördüklerine, bir başkasına göstermeden.
- Burası neresi, dedi.
- Atalarının yurdu, diyecekti, diyemedi; senin bilmediğin, daha önce görmediğin yerler, dedi.
Ama anladı o ve o an onun gözlerinden düşen yaşlar da kızıla çalmaya başladı.
Az sonra arkalarından gelen kanat sesleriyle irkildiler. Durup geriye bakınca gördüler ki geride kalan kuşların bir sürüsü arkalarına takılmış, enginlerden uçarak geliyorlardı. Oysa onlar bu yolculuğun ne kadar yorucu olacağını bilmiyorlardı.
İkisi de hiç ses çıkarmadı. Mademki kendileri karar vererek gelmişlerdi, öyleyse zorluklara katlanacaklardı. Hem katlanmasalar bile onlar ne yapabilirlerdi ki kendileri gelmişlerdi. Ya bu yedi vadiyi geçecekler ya da döneceklerdi.
Uzun süre uçtuktan sonra birinci vadinin kenarına geldiler. Hep birlikte kondular. Nereden, nasıl girmeleri gerektiğini araştırdılar bir süre. Yolun epece ilerisinde bir işaret levhası gördüler. Onun yanına vardılar. Üzerinde şöyle yazıyordu:
Bu yol, yalnızlık ve teklik vadisine gider.
Bir baykuş öne atıldı ‘Bu yolda öncü olmak bana yakışır.’ diyerek. Zümrüdüanka ve Rade şaşırdı. Birkaç kelime söyleyecek oldular fakat baykuşun onları dinlemeye hiç niyeti yoktu. Madem ki bu yol ‘yalnızlık ve teklik’ vadisine gidiyordu, terk edilmiş her yerin bekçisi baykuş değil miydi? Tabi ki öne düşecekti.
Zümrüdüanka ve Rade daha fazla bir şey demeden uçmaya devam ettiler. Nasılsa yaşanan hayat, baykuşa da gerçeği öğretecek kadar gerçekçiydi.
Baykuş, yalnızlık ve teklik vadisindeki yolculuğu, yalnızca kendisinin sevilmesi, yalnızca kendisinin öncü kabul edilmesi, herkesin bir tanesi olmak olarak anlamıştı. Tekliği kendisi için düşünmüştü o. Hâlbuki buradaki ‘yalnızlık ve teklik’ süreci, her yükü yalnız çekmek, yalnız ağlamak, yalnız inlemek, hiç kimseden hiçbir şey beklememek olarak tecelli ediyordu. Yol çok zordu, kona göçe ilerledikleri vadide, yol açmak, arkadakileri düşünerek hareket etmek, her yorulanın yüküne yardımcı olmak, her dertlinin derdine ortak olmak hiç de kolay bir şey değildi. O, kendi biricikliği anlaşılsın diye talep etmişti bunu. Hâlbuki durum hiç de onun beklediği gibi olmadı. O, iltifatların edildiği kuş olarak biricik olmak istiyordu. Güzelliğine hayran olunacak kuş olarak biricik olmak istiyordu. Her dar ve zorda kalanın akıl sorduğu kuş olarak biricik olmak istiyordu. Fakat yaşadığı şey bunların çok dışında şeylerdi. Öne düştüğü için kimi ‘Aşağıdan uç, biz senin yükseldiğin yere yükselemiyoruz.’ diyordu. Kimi ‘Yukarıdan uç, biz o mesafede kanatlarımızı istediğimiz gibi çırpamıyoruz.’ diyordu. Kimi, ‘Açıktık, bize yiyecek bir şeyler bul.’ diyordu. Kimi ‘Benim yumurtlama vaktim geldi, uygun bir yerde durabilir miyiz?’ diyordu. Kimi, ‘Benim kuluçkaya yatma vaktim geldi, yol daha ne kadar sürecek?’ diyordu.
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com-16.01.2019
“BU BİZİM HİKÂYEMİZ”
‘Bir küçürek öykü: ‘Gölge, uzun zamandır içten içe güneşe öfkeleniyormuş. Sonunda bir gün patlamış: - Ben de varım ama senin yüzünden beni fark eden yok. O kadar parlaksın ki herkes sana bakıyor, demiş. Güneş, anlamış gölgenin kıskançlığını; anlatmış, tabiatın ‘ışık, karanlık, gölge’ yasalarını, bunların birbirine bağlı olduğunu ve: - Bak, benim ateşimde kavrulanlar, sana sığınıyor. Sen de çok önemli ve gereklisin, diyerek gölgenin kıskançlığını yatıştırmaya çalışmış. Fakat gölgenin ne içten içe kuduran öfkesi dinmiş ne de kıskançlığı. Onun durumundan usanıp yorulan güneş, arkasını dönüp gitmiş. Güneş gidince gölge kendini çok aradıysa da hiçbir zaman bulamamış.’
Kendini ve çevresini aydınlatabilmek için güneş gibi yanmaya razı olmayan gölgeler, hep bu öfke ve kıskançlığı yaşarlar. Hâlbuki bunlar; milletin zor günlerinde, milletten yana tavır alarak bedel ödemeye yanaşmamışlardır. Kenara çekilip zalimin her emrine ‘Peki efendim!’ diyerek ‘emir kulu’ olduklarını her seferde göstermişlerdir, Allah’ın kullarına ve şahitlik edebilecek her şeye. Yani ‘Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te ortalardan kaybolup Hayber günü fey isteyen kişiler gibi, şimdi bunlar, ‘tarihi sırtlanmış mücahit ve mücahideler’ olarak kabul görmek istiyorlar. Neden? Ne var sizin amel dağarcığınızda, zulme ve zalime gönüllü teslimiyetten başka? Geçmiş, herkes için örtülmüş olabilir; peki, tamam, fakat bu ‘ön saflarda mücadele etmiş bir kahraman’ edası neden? Siz ne zaman kellenizi koltuğunuza alarak ön saflarda oldunuz ki?
Ömürleri boyunca ‘Benim işim, benim kariyerim, benim gelirim, benim çıkarlarım…’ diyerek ‘zulme itirazsız boyun eğenlerin’, inançlarıyla bireysel çıkarları karşı karşıya geldiğinde, hep dinlerinden vazgeçip çıkarlarına sarılanların; bugün, sanki o eski ‘ben dilini’ hiç kullanmamışlar gibi, az bir başarı esnasında, önlere doğru koşarak kahramanlık taslamaları ve: ‘Bizim davamız, değerlerimiz, vatanımız, milletimiz, bayrağımız…’ diyerek ‘Biz’ diline yönelmeleri, bu sözlerin, onların göz diktikleri şeyler için birer basamak olması sebebiyledir. Yoksa yarın şartlar değişse bunlar, yine ‘Gemisini yürüten kaptan!’ diyerek ‘Dünde kaldı, düne ait ne kadar söz varsa cancağızım/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” (Mevlâna) diyeceklerdir. Bu söyledikleri, esasında onların hakikatidir. Fakat ‘hak ve hakikat’ aynı şeyler değildir. Mesela; ‘Zulmün varlığı hakikattir ama Hak değildir. Olması gereken adalettir.’ (İbn Hazm). Bu sebeple erdemli bir insanın günden güne, yıldan yıla değişen gerçeklerin ötesinde ve üstünde, ‘Hak’tan yana tavır alması gerekir; bedeli ne olursa olsun! Çünkü izzetli ve şerefli bir hayat ancak böyle yaşanabilir.
İnsanlar çeşit çeşittir: Bazı insanlar ağaç gibidir. Ağaç tohumu, uygun ortamda toprağa düşünce, orada yeşerir, yetişir ve cinsine göre yıllarca ürün verir veya gölge eder. Bazı insanlar, kavun-karpuz tohumu gibidir, uygun toprağa düşünce yetişir ve o mevsim için ürün vererek görevini yerine getirir. Bazı insanlarsa ayrık otu gibidir. Bir araziye girdiler mi bir noktada kalmaz, tüm tarlayı kaplamaya çalışırlar. Bunların ne gölgeleri vardır ne ürünleri. Üstelik bu kaplama, zor temizlendiği için yıllar yılı sürer durur. Ayrık otu, ne zaman bir ağaç köklülükten söz etse ‘Ben de köklüyüm.’ der, yüzeysel kök uzunluğuna bakarak; ne zaman bir yaprak yeşilden söz etse: ‘Ben de yeşilim.’ der hemen. Fakat o ne ağaçtır ne de bitki; esasında bir ayrık otudur, girdiği her tarlayı verimsiz kılan.
Bunlar, kendi bildiklerinin çokluğunu vehmederek kendilerine hayranlıktan başı dönen kişilerdir. Cehaletin yanındaki konumunu dev aynasında gören cüceler ülkesinin bu servi endamları, eğer -tek bir kez olsun- gerçekten değerli bir eserle yüz yüze gelselerdi, o kristal küredeki fildişi kulelerinin nasıl tuzla buz olduğunu görerek -belki- vehimlerinden ve zanlarından oluşturdukları hayal âlemlerinden uyanabilirlerdi. Çünkü bunlar, ilmi, bildiklerinden ibarettir sananlardır. Bu yüzden ilimde birer cüce oldukları halde başları ve bakışları hep yukarıdadır. (36/8). Cüceliklerinin farkında olmadıkları için hayatlarının ikindi vaktinde, gölgelerine bakarak mest olurlar.
Böyle kişiler, tarihin her zaman diliminde, tıpkı ayrık otu hızı ve fıtratıyla her tarafı kaplamaya çalışmıştır. Milletimizin bahtsızlığı da işte bu cücelerin gölgelerini, öncü sanması olmuştur. Bu büyük bahtsızlık, çok uzun dönemdir, şahsiyetinde ‘siyasetçi, eylemci, düşünür, entelektüel bir âlim, bir münevver’ niteliklerini toplayabilen öncülerden mahrum olması olarak devam etmektedir. Bunlara sahip olduğu iddiasıyla yola çıkan her bireyin ‘fiyatı’, yol üzerinde tespit edilerek satın alınmakta ve insanımız ‘lider kaybı’ sonucu oluşan ‘hedef sapmaları, hedef karmaşası ve hedefsizlik’ sonucunda ortaya çıkan hedef kaybının getirdiği dağınıklıklarla yollarda telef olmaktadır.
Yılan der ki insana: Beni sakla düşmandan
İnsan merhamet edip bir yer açar koynundan.
Düşman gidince insan, der ki: Mükâfat hani?
Yılan der ki: Sokmamı istiyorsun nereni?
Akılsız başın hakkı elbet demir tokmaktır
Yılana iyilik et, mükâfatı sokmaktır.
Yaşadığın şeyleri, sor bir kez bu hal nedir
Yıkma suçu Allah’a, deme suçlu kaderdir.
Yılanla dostluk olmaz ve yılan fıtratlıyla
Yedirmesinler sana, zehri karıp tatlıyla
Hata, hepimiz için, unutma ki insanız
Kusursuz dost bulunmaz, nihayet çamurdanız.
DÜN GECE OLDU OLANLAR
Dün gece
Tüm duygularım dibe vurdu
Gönlüm gitmişti çoktan
Aklım da gitti ardından
Ben kaldım buralarda yalnız
Ben kaldım, bir Hudayinabit gibi
Dün gece
Seni düşünürken geldi aklıma bunlar
Evet, ölümü unutarak yaşayan
Yaşamamış gibi ölür
Diyorlar, biliyorum
Ben ne seni ne de ölümü unutuyorum.
Dün gece
Kendi içimde bir çukura düştüm
Sarmadı kimse parçalanmış dizlerimi
Kopardım etimden ayrılan derimi
Dağıldım. Ve toplamadım hiçbir yerimi
Oturdum, ağladım, ağladım, ağladım.
Dün gece
Beklediğim kimse gelmedi
Her yana diktim kulağımı bir ses duyamadım
İki söz edecek bir kişi aradım, insan gibi
Kapılar duvar oldu, açıldı göğün dibi
Ve ben bu yalnızlığımın sebebini soramadım.
Dün gece
Baktım omzundan koşarak geçtiğim yıllara
Avuçlarındaki duaları, ellerime verdiler
Umudumu uyutmadım sabaha dek
Ateşime baktı ve gözbebeklerime, bir siyah tufan
Dedi ki: Bu kaçıncı saray şu gönlünde yıkılan…
Ayten DURMUŞ
Meşhur bir hikâyedir: ‘Çocuk, babasına, onun kendisini hafta sonu, parka götürmek için söz verdiğini hatırlatır. Babası da yorgundur, dinlenmek ister ve hemen el atındaki gazeteyi alır, gazetenin üzerinde dünya haritası vardır. Onu küçük parçalara ayırır ve der ki: Şu haritayı düzelt sonra gidelim. Birkaç dakika sonra çocuk haritanın yırtık parçalarını yerleştirmiş olarak babasına gösterir.
Baba, şaşkındır ve sorar: - Nasıl yaptın bunu?
Çocuk kısa bir cevap verir:- Haritanın arkasında bir adam resmi vardı, adamı düzeltince dünya da düzeldi.’
İnsanın hayatının ve ilişkilerinin düzelmesi için düzeltmesi gereken ilk tarafı da kuşkusuz ki konuşmasıdır. Çünkü konuşmalar, kelime elbisesi giymiş düşüncelerdir. Bu sebeple tüm ilişkilerin temel taşlarının en önemlilerindendir.
Bu sebeple bugün ‘Kuran’da Konuşma’ konusunu ele alacağız.
1-) KURAN’DA GEÇEN SÖZLE İLGİLİ TAMLAMALAR
Kur’an-ı Kerîm’de konuşma ile ilgili farklı terkipler kullanır. Şöyle ki:
قَوْلًا لَيِّنًا : Yumuşak söz,
قَوْلًا مَيْسُورًا : Gönül alıcı, teselli edici söz,
قَوْلًا كَر۪يمًا : Tatlı ve güzel söz,
قَوْلًا سَد۪يدًا : Sağlam ve doğru söz,
قَوْلًا مَعْرُوفًا : Güzel ve uygun söz,
قَوْلًا بَل۪يغًا : Açık, net ve hikmetli söz
Kavlissabit: Sabit, sağlam söz
Kelimeten tayyibeten: Güzel söz
Kelimetin habıseten: Kötü, pis söz
Lağv: Boş söz
Lehvel hadis: Anlamsız, eğlence için sözlenen söz.
Lahn’il kavl: Sözün ahengi, tınısı, sözün üslubu (Muhammed:30)
2-) KURAN’IN BİÇİMLENDİRDİĞİ KONUŞMALAR
Rabbimiz, Kuran’ı Kerim’de nerede nasıl konuşmak gerektiğine, yani söz söyleme adabına büyük önem verir ve bu konuyu ayrıntılarına kadar ifade eder. Şöyle ki:
*Genele olarak güzel konuşmayı emreder: Kitabımızda “Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler! (yekullulleti hiye ahsen)” (17/İsra:53);
(‘Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz (kelimeten tayyibeten), güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü söz (kelimetin habisetin) ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat (kavlissabit) içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar.’ (14/İbrahim Suresi, 24-27))
*Doğru konuşmayı emreder: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin (kavlen sedida) ki Allah amellerinizi salih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (33/Ahzab:70-71)
*Anne-babaya karşı güzel konuşmayı emreder: ‘Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle (kavlen kerima)’ (17/İsra:23); ‘Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet için onlardan uzaklaşırsan hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle (kavlem meysura)’ (17/İsra: 28)
*Yoksullarla incitmeden konuşmayı emreder: ‘Fakir-fukaraya, muhtaç ve mahrumlara verecek bir şey bulamıyorsan, hiç olmazsa onlara karşı yumuşak, teselli edici söz söyle (kavlen meysûrâ)’ (17/İsra:28) buyurulur. ‘Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.’ (2/Bakara:263)
Ayten DURMUŞ, hertaraf.com
Batı Avrupa merkezli Batı Medeniyeti, daha gelişmiş silahlar icat ettiği andan itibaren gidebildiği her yerde, bulabildiği değerli ne varsa çalarak veya zorla alarak kendi coğrafyasına taşıdı. Teknolojik üstünlük vasıtasıyla ‘teknolojik zorbalık’ ve ‘teknolojik sömürü’ yöntemini kullanarak kendi coğrafyasında bir zenginlik oluşturdu. Bu zenginliğin yardımıyla ortaya çıkardığı yaşam tarzına da ‘insanlığın medeniyette ulaşabileceği son nokta’ adını koymayı uygun buldu.
Evet, Batı teknolojisinin, dünyanın geri kalan çoğu coğrafyasına göre -an itibariyle- ileride olduğu bir gerçek. Fakat bu durum birkaç yüz yıllık bir olgu ve bu da zaten insanlığa hayır getirmedi. Teknolojisinin haricinde, insanlığın ortak kültür ve medeniyetine katkısı ise onun kendi iddia ettiği gibi değil…
Bunu hatırlamak istemeyen Batı, yaşam tarzına yaptığı bu yeni adlandırmadan sonra, medeniyet sandığı teknolojik gelişmişliğinin oluşturduğu güç zehirlenmesiyle bir‘megalomani’ hastalığına yakalandı. Bunun sonucu olarak da dünyanın geri kalanına, sahip olduğu tüm yol ve yöntemleri kullanarak, kendi yaşam tarzını dayattı. Giyim kuşamdan ev tefrişine, dininden dinsizliğine, adabımuaşeretten devlet yönetimine kadar…
Bununla da kalmadı ve
Dünyada ilim, kültür, keşif, icat, sanat, edebiyat adına ne varsa hepsini kendinden başlatarak farklı milletlerin ve medeniyetlerin binlerce yıllık birikimini yok saydı. Megalomanlık neticesi oluşturduğu bu iddiaları da yine ‘ilim’ adına dünyaya dayattı.
Burada ‘edebiyat’ sahası özelinde bizim ülkemizde, sanki bir hakikatmiş gibi öğretilen bazı hususlar üzerinde durmak istiyoruz. Ancak bu konudaki örneklere geçmeden önce, bir itirafta da bulunalım: Ben dâhil, bu durumların doğrusunu bilen hatta öğrencilerine öğreten meslektaşlarım, biz hepimiz, öğrencilerimiz ancak ‘yalan ve yanlışları’ yazarlarsa not verip sınıfı geçiriyor, doğruyu yazarlarsa sınıfta bırakıyoruz. Çünkü doğrular, hazırlanmış ‘Cevap Anahtarı’na uymuyor.
Birkaç örnek:
• Fabl türünün dünya edebiyatındaki temsilcisi Fransız yazar La Fontaine’dir. (1621-1695)
Doğrusu: Hintli filozof Beydaba’nın (MÖ. 1.yy) Kelile ve Dimne adlı kitabı fabl türünün bilinen ilk örneğidir. Batı öyle istiyor diye yüzlerce yıllık bu eseri yok sayıyoruz.
• Hikâye türünün dünya edebiyatındaki ilk örneği İtalyan yazar Boccacio’nun (1323-1375) Decameron adlı eseridir.
Doğrusu: Pek çok farklı kaynakla birlikte adı, tarih kitaplarında ve Oğuz rivayetlerinde ‘Korkut Ata’ olarak geçen Dede Korkut’a (570-632) ait, 9-11. yy’lar arasında oluşumunu sürdürüp asırlarca dilden dile nakledilerek 14. yy’da son şeklini alan ve 15.yy’da yazıya geçirilen Dede Korkut Hikâyelerini hangi edebiyatçımız bilmiyor?
• İngiliz yazar Daniel Defoe’nin 1719’da baskısı yapılan ve ilk İngilizce roman kabul edilen Robinson Courosse adlı kitabı, dünya edebiyatındaki ilk ‘yalnızlık’ romanıdır.
Doğrusu: İlk yalnızlık romanı, 57 yıllık ömrüne 250’den fazla eser sığdıran Buharalı İbn Sina (980-1037)’nın ve Endülüslü filozof İbn Tufeyl’in (1106-1186) yazdıkları, hem roman türünün hem de felsefi roman türünün ilk örneği Hay bin Yakzan adlı eserdir.
• Roman türü, Batı edebiyatının ortaya koyduğu bir türdür.
Doğrusu: Hindistan’dan başlayarak İran, Irak ve Suriye’yi, oradan Mısır’daki Türkleri de içeren hikâyeler dizisi olan Bin Bin Gece Masalları (8.yy-16.yy) başta olmak üzere, Batı, genelde Doğu’ya ve daha özelde İslam Medeniyetine ait eserlerden kopyaladığının kaynağını vermemiştir. Bin Bir Gece Masallarından alınarak neredeyse hiçbir değişiklik yapılmadan yazılan iki romana örnek vermek istiyorum: İki Şehrin Hikâyesi, Simyacı. Simyacı romanının öyküsü aynı şekilde Mevlana’nın Mesnevi’sinde de geçer. Artık yazar hangisinden (ç)aldıysa…