Zümrüdüanka uyumak, yalnız kalmak, biraz dinlenmek istiyordu. Fakat geldiğinde gördü ki kendisini bekleyenler var. Geçti aralarından, ne diyeceğini bilemeyerek ve ne diyeceğini düşünerek. Eskiden olsaydı, hemen bir şeyler söyleyebilirdi, konuştuklarını hoş kelimelerle, güzel örneklerle süsler, dinleyenler hayranlıkla kendilerinden geçerlerdi, anlasalar da anlamasalar da. Şimdiyse söyleyeceği her söz için endişe içindeydi. Bazı sözlerinin bir bumerang gibi ne kadar hızlı fırlatmışsa o kadar büyük bir hızla dönüp kendisine geldiğini görmüştü kaç kere. Şimdi böyle bir şey yaşamak istemiyordu.
- Şu anda içinde bulunduğum durumu ve duygularımı size anlatmak gücüne sahip değilim, dedi. Bütün büyük sözlerimden tövbe ediyor ve hepimizin yaratıcısı olandan af diliyorum. Ben sandım ki her kuş benim gibi uçabilir, ben sandım ki her kuş benim gibi günlerce yemeden, kendi içinden beslenerek durabilir, ben sandım ki herkes benim gibi küllerinden doğabilir. Bunun böyle olmadığını anlamam hiç de kolay olmadı. Tabi benim sizi anlamadığım gibi siz de beni anlamadınız. Bu yüzden beni kendinize benzetmek istediniz. Sizin gidemeyeceğiniz yerlere gitmek istediğim, sizin çıkamayacağınız yüksekliklere çıkmak istediğim için kanatlarımı kestiniz, ayaklarıma prangalar taktınız. Siz benden yoruldunuz belki ama bilin ki ben de sizden yoruldum. Beni anlamanızı istiyorum.
- Biz seni seviyoruz, dedi aralarından birisi
- Ben de sizi seviyorum ama bu benim sizin gibi olmamı gerektirmiyor.
- Biz senin olmayacak hayaller peşinde kendine zarar vermeni istemiyoruz. Sen bizim için kıymetlisin.
- Siz de benim için kıymetlisiniz ama beni kendi dünyanıza esir etmenizi istemiyorum.
- Ama ben seni bildim, dedi. Sen, kendi gerçeğini bana anlatmasan bile ben seni belki de senden bile daha iyi tanıyorum. Sen defalar kere küllerinden doğdun. Senin olduğun her yerde ve her zamanda ben de vardım. Demek sen şimdi yine varsın öyle mi? Belli ki sen var olduğun için ben de yine varım. Varlığımı yeniden hissettiğim bu zaman diliminde, seni bana gösteren, tanıtan, hissettiren Zat’a teşekkürlerimi sunmak için ne yapsam az, diyerek derin bir nefes aldı Rade. Önce sararan sonra ağaran sonra kızaran benzini normalleştirmeye çalıştı; nefes alışverişlerini normalleştirmeye çalıştığı gibi.
- Aslan neredeyse, avı da oradadır, dedi Zümrüdüanka kısık bir sesle.
- Aslan sen misin ben miyim? Av sen misin ben miyim ey gözlerimin ışığı?
- Nasıl sayarsan, nasıl kabul edersen öyle olsun, dedi yine kısık ve yorgun bir sesle.
- Seninle olacaksam ister aslan olayım, ister av, bir farkı yoktur benim için, dedi.
Cevap vermedi Zümrüdüanka. Hâlbuki Rade bir cevap istiyordu. Evren yokken ne vardı? Dünya yokken ne vardı? O ve kendisi yokken ne vardı? Var olanların ne anlamı vardı?
- Şimdi ne olacak, dedi; sanki yıllar sonra karşılaştık, bu karşılaşmanın bir anlamı olması gerekmez mi, edasıyla. Hiçbir bir cevap alamadı, her zaman olduğu gibi yine kendisi bulacaktı tüm cevapları, yine kendisi anlamlandıracaktı olan ve olmayan ne varsa. Fakat bu süreç ne kadar da yorucu ve yıpratıcıydı. Sorduğu soruların cevabını bulacak, bulduğu cevapların sorularını soracaktı. Bu da onun yoluydu, ne yapabilirdi ki değiştiremeyeceği şeyleri hoşnutlukla ve durumun güzel yanlarını görmeye çalışarak kabul etmekten başka…
Kimde ilim imanla beraberdir
Tevazu vardır, denge vardır.
Bu aksayıp duran burnu yukarılar
Tek ayağa sahip kemal yolcuları
Baston kadar destek yoksa
Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar
Sonra ağaca bakıp, kasnak hesap ederek
- Lala, derler, ne çıkar bundan?
Ham yobaz ve bilgili sapkın
Birbirini okşayan iki el
Giderler aynı yolda yan yana
Ağızlarında aynı sözler…
Köpeksiz köylerde değneksiz dolaştılar
Boş meydan gördükçe savurdular
Beylik lafları
Rüzgâr tersten esince kalmadı
Ne kendileri ne sözleri ne havaları
Ama sözlerinin tozları
Bulandırdığı için bakışları
Hala yaşatıyor bazı sıkıntıları
Bunları baş üstü gezenler anlamaz
Çakılıp kalanlar örkü üstüne
Ahırını dünya sanan anlamaz
Ve temiz havalarda midesi bulananlar
‘Ben, Zümrüdüanka’yı bu yolculuk için uygun bir yoldaş mı diye düşünürken meğer o da benim için aynı şeyi düşünüyormuş. Beni değerlendirmeye almış, uygun bulmamış ama bu yola çıkmaya niyetli başka biri de olmadığı için hiç yoktan iyidir diye düşünerek, benimle yola çıkmaya rıza göstermişti.
Sonra onunla daha yakından tanıştık. Artık yalnızca şafak sökerken alacakaranlıkta konuşmuyor, istediğimiz her zaman görüşebiliyorduk. Yaşadığımız yerler arasına yaptığımız yeraltı geçidi bizi birbirimize getirmek için yeterliydi. Birbirimizi görmek için kanatlarımızı hiç kullanmadık. İlk olarak onunla aramızda yeni bir lisan oluşturmaya çalıştık. Bu öyle bir lisan olmalıydı ki ancak ikimiz konuşmalı ve ikimiz anlamalıydık. Zümrüdüanka dedi ki: Bizim lisanımızı Kalim de bilsin, yoksa yaşadıklarımızı ve sözlerimizi nasıl yazacak? Onu haklı buldum ve bu lisanı Kalim’in de öğrenmesi için çalışmaya başladık.
Yol için hazırlıklarımız sürüyordu. İyi bir hazırlık yapmak istedik çünkü yolculuğun neler getireceğini bilmiyorduk. Kanatlarımızı güçlendirdik. Ayaklarımızı güçlendirdik. Ben o süreçte Zümrüdüanka’yı tanıdıkça gördüm ki o beni yolculuğuna ve yoldaşlığına uygun görmemekte, bu konuda yaşadığı tereddütlerde sonuna kadar haklıymış. Çünkü onun göklerde yükseldiği yerler, kanat vurduğunda aldığı mesafeler, benim hayal edebileceğim mesafeler değildi. Biz bu yolculuğa böyle çıktık.
Halkım beni aralarındaki en bilge kişi olarak kabul ettiklerinde, ben onlara bende gördükleri her şeyin, yaptığımız yolculukta Zümrüdüanka’dan öğrendiklerimin kırıntıları olduğunu söyleyemedim. Söyleseydim, masallara ait olduğu sanılan bir kuşla yolculuk yaptığını söyleyen bir deli olmakla suçlanacaktım. Söylemedim bunu ve deli yerine veli, mecnun yerine bilge olarak adlandırılıp toplumum içinde kabul gördüm. Söylediğim her söz çevremi etkiledi, bu yüzden ben de önemli olanın meramımı anlatmak olduğunu düşünüp sınırlı bir ufka ve bilgiye sahip olanların dünyasını zorlamadım.
Zümrüdüanka, ben bu satırları, senden habersiz, Kalim’le baş başa kaldığımız zamanlarda, bir gün belki sen de okursun diye yazıyorum. Çünkü evet, ben bir gün öleceğim ama sen küllerinden doğma kabiliyetine sahipsin. Acaba öyle bir gün gelir mi, acaba bu mümkün olur mu?’
Yorgun gözlerimi bir kez kaldırdım
Erittin narında bakışlarımı
Bir yanım savruldu göklere doğru
Gömdüm bir mezara diğer yarımı
Avcumda ateşle ummana daldım
Yandı da ciğerim bir sayha saldım
Her şeyi vererek hiçliği aldım
Hesap edemedim kisb ü kârımı
Umuda sarıldım, yeisi vurdum
Suların, sellerin yolunda durdum
Yağmurun düştüğü her göle sordum
Burda mı kaybettin sunalarımı
Akıttın müjdenin pınarlarını
Eğdin bakışının çınarlarını
Dolandım ufkunun kenarlarını
Kaşı hilâl, alnı kamer yarımı
Gönlüm makamındır ömür sürdüğün
İlâhî fermandır onda gördüğün
Tam kırk gün kırk gece, başladı düğün
Yaktım ellerime kınalarımı
Günün batışını seher bellerim
Rahman’a açılır mahcup ellerim
Kolum yorgun düşse sussa dillerim
Yorulmam etmekten dualarımı
Bekle Ayten Hanım, bitmedi sözüm
Uzuyor geceler, kapanmaz gözüm
‘İmdat!’ çığlığına, kalmadı yüzüm
Bir Hızır doğrultsun, duvarlarımı…
Ayten DURMUŞ, Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2017/55)
Bilindiği gibi Rabbimizden insanlığa gönderilen son Kitap’ta, hayatından ve tebliğ sürecinden en çok söz edilen kişi Musa peygamberdir.
Bebekliğinde başına gelenlerden, gençliğinde yaşadığı bir sınanmadan, kaçışından, evliliğinden, dönüş yolculuğundan, Mısır’daki tebliğ sürecinden, Firavun, bürokratları ve askerlerinin ona, kavmine ve ona gelen vahye karşı tavırlarından, Mısır’dan çıkışından, kavminin puta yönelmesinden ve sonrasından, okuyup üzerinde derinlemesine düşünenleri, ibret almaya ve hayranlığa sevk eden ayrıntılardan yeri geldikçe söz edilir.
Esasında Kuran’da kendisinden söz edilen her kişi (Firavun ve karısı, Karun, Haman, Samiri, Nuh ve oğlu, İbrahim oğulları ve babası, Yusuf, Züleyha, Aziz ve şahit olan kişi, bahçe sahipleri…) insanlığın birer prototipidir. İnsanlık durdukça bu kişilerin muadilleri, her toplum içinde bulunacaktır. Peygamberler ve tabiileri de inanmış kişilerin prototipidir. Kişi için önemli olan, bunlardan hangisi gibi olduğudur.
Bu yazıda, genç Musa’nın yaşadığı bir olayla ilgili olarak olay karşısındaki duruşunu ele almak istiyoruz. Ele alacağımız bu olay -yaşadığı pek çok olay gibi- onun hayatında çok önemli bir kırılmaya sebep olan ‘ölüme sebebiyet verme’ suçunu işlemesidir.
Olay kısaca şöyle: Genç bir ordu komutanı olan Musa, birinin ölümüne sebep olur, kısasen öldürüleceğinden korkarak ülkeden kaçıp gider. Bu bölüm Kitabımızda Kasas Suresi/28:14-21 ayetleri arasında şöyle anlatılır: ‘Musa, ergenlik çağına ulaşıp olgunlaşınca, ona hikmet ve bilgi verdik. Muhsinleri işte böyle ödüllendiririz.(14). O, halkın haberi olmadığı bir sırada şehre girdi ve kavga eden iki adam gördü. Biri kendi soydaşı, diğeri düşmanındandı. Kendi soydaşı olan, düşmanına karşı yardım istedi. Musa’da ona bir yumruk vurdu, olan oldu. (Aklı başına geldiğinde/Kendine geldiğinde) Bu şeytanın işindendir. O apaçık yoldan saptıran bir düşmandır, dedi.(15). Rabbim, ben kendime zulmettim. Beni bağışla, dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü O, bağışlayan ve merhamet edendir.(16). Rabbim, bana verdiğin nimet için artık asla suçlulara arka çıkmayacağım, dedi.(17). Şehirde korku içinde, etrafı gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendinden yardım isteyen adam, yine feryat ederek yardım istiyor. Musa, ona:- Sen besbelli ki iyice azgınlaşmış birisin, dedi.(18). Musa, ne zaman ki ikisinin de düşmanı olan adamı tutmak istedi (adam): - Ey Musa, dün birini öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Anlaşılan sen, bir zorba olmak istiyorsun, insanların arasını düzeltenlerden olmak istemiyorsun, dedi.(19). Şehrin merkezinden/öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve: Musa, yöneticiler, seni öldürmek için görüşme yapıyorlar. Hemen çık git. Ben, senin iyiliğini isteyenlerdenim.(20). Bunun üzerine korku içinde etrafını gözetleyerek oradan çıktı.(21)’
I
Ben aşkın olduğu bir dünyaya inanmak istedim
Biraz da merhametin
Bırak, dağınık kalsın
Derlenip toparlanmasın
Ufuklar, arzular, hırslar
Yarım hayaller, çeyrek zaferler
Ne oluyorsa aşktan oluyor
Ya da ne olmuyorsa aşktan olmuyor
Derleyin, toparlayın sözleri
Fiyakalı olsun şöyle
Sanki sizden önce kimse
dememiş gibi
Kullanmamış gibi birkaç bin yıllık
kelimeleri
Altına adınızı ekleyin, patent hakkı
isteyin hatta…
Sen, bu kelimeler için kime ödeme yaptın
Aşksızsın ve hırsızsın, ne çalarsan
da miras malım diyorsun
Hâlbuki baban, babasını saklamış bir soysuz
Sen de isyankâr bir yurtsuzsun
Boyun büküp ne diyorsun öyle
İstemiyorum, ötelerdenmiş gibi konuşmanı
İstemiyorum, hedefsiz buğulu bakışları
İstemiyorum, feleğin çemberinden
çok geçmiş edaları…
II
Oturuyor ve bekliyorum
Kalkıyor, bekliyorum
Yürüyor, bekliyorum
Duruyor, bekliyorum
Uyuyor, bekliyorum
Uyanıyor, bekliyorum
Sense ey hasretim!
Sen, düşlerimde bile gelmiyorsun
Ben seni deliler gibi özlüyorum
İğde çiçekleriyle leylakların kokusunda
Ben, aşkın olduğu bir dünyaya inanmak istiyorum
‘Kızım Fatma!
Babam peygamber diye güvenme.
Kendini ateşten satın al.
Ben senin için Allah karşısında,
hiçbir şey yapamam.’(sav)
İnsanlar, her renkten ışıkların dış yüzeyinde yansıdığı bir yere doğru, merak ve heyecanla gidiyorlardı. Girmek için sıraya girdikleri yerin kapısında, kocaman bir levhada “Evrensel Ayna Seçimi Bekleme Odası” yazıyordu.
Herkes içerisini merak ediyordu. İçerisi nasıldı ve ondan ötesi var mıydı?
İçeri giren her kişinin belleğinden, girişten önce yaşananların anısı, içeri girişin bir şartı olarak siliniyordu. Bu insanlar içeri girdikten sonra, sanıyorlardı ki bir yerden gelmediler, her şey o anda, orada başladı.
Dışarıdaki ve içerideki görevliler; Evrensel Ayna Seçimi Bekleme Odası’na, her gün uygun görülmüş sayıda insanı alıyorlardı. Bugün de onlar için her gün gibiydi, yalnızca insanlar değişiyordu. Bu odada, günün süresi, insanların burada kalış zamanlarına göre uzuyor veya kısalıyordu.
O günün ilk yolcusu geldi, durdu, “Evrensel Ayna Denizi”nden, buraya gelişinin asıl amacı olan, bir aynayı aldı ve aynaya bakarak şöyle dedi;
- Bu aynanın sırı dökülmüş, ayna böyle kusurluyken, görüntü nasıl inandırıcı olur?
Üzerinde “Çıkış” yazan kapıdaki görevli, onu, insanların çoğunun, ‘buradan ötesi yoktur’ diye düşündüğü öteye yolcu ederken şöyle düşündü:
“Aynanın sırını onarmayı düşünmedi, kusuru aynada görüp kendini görmeyi ve kendi ile ilgilenmeyi ihmal etti. Kendisini merak ederek kendi görüntüsüne hiç bakmadı.”
İkinci yolcu geldi, bir ayna alıp baktı ve şöyle dedi:
-Ayna böyle sinek pislikleriyle, su ve sabun lekeleriyle, isle kirliyken, görüntü nasıl inandırıcı olur?
Çıkış görevlisi, onu yeni dünyasına yolcu ederken şöyle düşündü:
“Kiri, lekeyi ve isi temizlemeyi düşünmedi, aynanın kusurunu gördü, onu temizleyerek kendisine bakmayı akıl etmedi.”
Üçüncü yolucu geldi, o da bir ayna alıp baktı, şöyle dedi: