Ayten DURMUŞ, Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2017/52)
Kitabımızda pek çok olay, insanı şaşırtan detaylara da yer verilerek anlatılır. Ve bir hakikattir ki her insan, yaşı ve tecrübesi arttıkça okuduğu aynı vahiyden yeni şeyler anlar.
Biz bu anlamda Kasas suresinde evliliği konu edilen Medyenli bir genç kızı ele almak istiyoruz. Kuran talebeleri olarak bizler, bu kıssayı okurken başından itibaren olayların omurgasını yaşayan Hz. Musa üzerinden olaylara bakarız. Bu bakış açısı tabi ki doğrudur. Ancak aynı olaya (ve Kuran’da anlatılan her kıssaya), olaylar anlatılırken yer verilen diğer kişiler üzerinden/açısından bakmakla da kişinin akıl, kalp, gönül dünyasında yepyeni, tadından mest olunan, anlam derinliğinin güzelliği gözler kamaştıran sonuçlara varmak mümkündür. Bu sure ve her surede olaylar anlatılarak okuyucuya, ‘O döneme, o kişilere, o olaylara bak, kendini ve içinde bulunduğun çağını değerlendir.’ de denilmek istenir esasında.
Şimdi gelelim taşrada yaşayan, koyun güden bir genç kızın evlilik hikâyesine ve bu hikâyeye, bu genç kız ve babası üzerinden bakma denemesi yapmaya…
Medyenli bu genç kızın da her genç kız gibi bir duası vardır. Onun duası da tıpkı bize öğretilen ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydın kılacak eşler ve nesiller bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl.’(Furkan/25:74) şeklindeydi. Her genç kız gibi o da bir yuva kurmak istiyordu. Fakat Medyen’de, düzgün bir çoban bulmanın bile mümkün olmadığı bu bölgede, kendisine eş olacak DÜZGÜN bir erkek nereden bulunacaktı.
Her çağda olduğu gibi o dönemde de çocuklarını; geçinebilecekleri, anlaşabilecekleri, karşılıklı ‘saygı, sevgi, şefkat, merhamet’ gösterebilecekleri uygun kişilerle evlendirebilmek önemli bir sorun… Hele de bu anne-babalar, belli bir bilinç düzeyine sahip iseler. Aynı şey gençler için de önemli bir sorun olarak ortadadır. Bu yüzden Kitabımızda, bu hususta (Furkan sr. 74) dua etmek emredilmiştir. Yine bu yüzden Allah cc. bu konudaki son kararı evlenecek kişilere bıraksa bile, görev ve sorumluluğu, toplumun tümüne, özellikle yetişkin ve olgun büyüklerine ‘Aranızdan bekârları evlendirin.’( Nur/24:32) diyerek havale etmiştir. Bu görevin ifa edilmesindeki hedef, iffetli, izzetli, namuslu bir toplum ve nesebi belirli bir nesil ortaya çıkarmaktır.
Evlilikten ilk gaye, tüm fıtrî ihtiyaçların doğru ve helal yoldan giderilmesi olmakla birlikte, aynı zamanda evlenen her iki kişiden yeni bir cemaat oluşturmaktır. ‘…Cemaat olmanız gerekir. Muhakkak ki Allah’ın (kudret) eli cemaatle beraberdir…’ (Kenzül Ummal, c.1. Hn.1025,1029,1030,1031). Aynı şekilde yeni evlilerin yeni evleri vasıtasıyla ‘Şehirde halkınız için evler edinin. Evlerinizi namaz kılınan/kıbleye dönük yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın...’ (Yunus/10:87) ayetinin tecellisi gerçekleşecektir. Kıblesi baştan belli bu evlerde namaz öncelendiği sürece, her ev, bulunduğu mekânda Beytullah’ın bir şubesi konumunda olacaktır. Bu sebepten böyle evlerin de mabetler gibi bir saygınlığı olmalıdır. İşte onun için ‘Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri kıldı.’(Nahl/16:80) şeklinde tarif edilecektir bu evler.
Kahraman şehitlerimizin aziz ruhlarına ithafen
Her kişimiz der ki: Bine yeterimDosta can, düşmana, elbet beterimKutlu toprağını öpmek isterimEzelden ebede vatanım benim. Temmuz olur sapla saman savrulurGökten ateş yağar, vatan kavrulur‘Bu vatan benim!’der, dimdik doğrulurKabrinde al kanla yatanım benim. İradesi çelik, azmi demirdenUlubatlı soyun, dirilir birdenHamurun yoğrulur sanki tekbirdenBayrağı göklerde tutanım benim. Geçen konuk oldum, gönüllerineDurmadım, yürüdüm, indim derineAsil sinesinde, yürek yerineBir çatal yanardağ atanım benim. Milletim kıyamda, sayılmaz orduAslanı bin alay, bin alay kurduTekbirler getirip korudu yurduYüreğinde Fatih yatanım benim. Odur canlar verip birliği kuranOdur Haçlı adlı seli durduran.Azmış itler gibi kudurup duranDüşmanı önüne katanım benim. El değmesin diye, yârin destineSeçer bürüneni, kuzu postuna.Kucağından alıp karın üstüneÖptüğü silahı çatanım benim. Hesap ne, mizan ne; gerekmez tartıDüşerken de gelmez, yerlere sırtıHer yanını sarar, bir kızıl örtüBatarken gün gibi batanım benim. Her kişimiz der ki: Bine yeterimDosta can, düşmana elbet beterimKutlu toprağını öpmek isterimEzelden ebede vatanım benimEZELDEN EBEDE VATANIM BENİM… AYTEN DURMUŞ‘Yaşadığım hayattan bir şikâyetim yoktu ancak bazı şeylerin bana yetmediğini eksik geldiğini derinden derine hissediyordum. İşte ilk o zaman her şeyi geride bırakarak gitmek istedim. Sınırlarımı aşmak ve yeni şeyler bilmek istedim. Okumak hiç şüphesiz bilmek için çok önemliydi ancak ben hayatımda ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi bilir?’ ikileminden birisini tercih etmek zorunda olmadığımı –bir kuş olsam bile- düşünüyordum. Bu tercihe neden mecbur ve mahkûm olmalıydım ki okumayı zaten hep sevmiştim. Bilgilerim beni güzel kanatlarım kadar süslüyor ve özel kılıyordu. Ancak içimdeki yeni yerler görme hasretini bastırmama da gerek yoktu. Bu ikisi iki gözüm, iki kulağım, iki kanadım gibi olamaz mıydı? Bana göre öyleydi ve ben bazen bir gözümü kapatıp bir kulağımı tıkadığım, bir kanadımı kırdığım duygusuna kapılıyordum.
Bir yolculuğa çıkacaktım fakat bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiyordum. Yolculuğu güzelleştiren yol kadar yoldaştır, bunu da biliyordum. Bu yüzden büyük bir titizlikle kendime uygun bir yol arkadaşı aramaya başladım. Bana, Zümrüdüanka’dan ilk o zaman söz ettiler. Bir masal kuşuymuş. Yani esasında benimle dalga geçiyorlardı. Oysaki ben hayatımı kuşatan ateş denizinden geçecektim. Bu denizden daha önce de geçilmeye çalışılmış ancak bize ‘Bu yolu geçip giden hiç olmadı.’demişlerdi. Acaba gidenler, geri dönmek istediler mi ki bu yolculuğu başarıp başaramadıklarının bilebilelim.
Bir süre sonra bu konuda kitaplar topladım, okudum bu yolculuğa çıkanlarla ilgili ne varsa. Fakat bunların hepsi bir masal olarak anlatılıyordu. Hiç kimse hayatın somut ve soyut yanını, doğru bir şekilde birbirinden ayıramıyordu. Bazıları, bizim cinsimizden bir papağan gibi eski Yunan’ın filozoflarının konuyla ilgili ne söylediklerini tekrar edip duruyor, bazılarıysa coğrafi keşiflerle beraber dünyayı sömürerek ve soyarak karnını doyuran Avrupa’nın son dönem filozoflarının tıpkı zenginlikleri gibi çalıntı olan görüşlerini tekrarlayıp duruyordu. Doğrusu bizim papağanların en ihtiyarı bile bir şeyi bu kadar tekrar etmez. Bu Avrupa toplumları çok garip, bizim bildiğimiz her yeri, sanki kendileri görene kadar yokmuş gibi telakki ediyorlar. E ona kalırsa siz de gittiğiniz topraklardaki insanlar için yoktunuz, siz de onlar için keşif sayılırsınız. Ama siz, uğursuzluklara sebep olan bir keşiftiniz. Yokluğunuz varlığınızdan hayırlıydı, o ülkedeki insanlar için. Fokların kafasına vurarak öldürmeyi, bazı hayvanların kürkü güzel olsun diye canlı yüzülmesini siz icat ettiniz. Onlar, tabiatla kardeş olarak yaşarlar, hiçbir varlığı incitmezlerdi. Hele ki bizleri yani kuşları… Bizim cinsimize ait en güzel telekler, onların en önemlilerinin başlarında pırlanta ve elmaslarla süslü bir taçtan daha kıymetli bir güzellik ve güç alameti olarak dururdu.
Mumun yanındaki gaz lambasına
Meftun oldu olanlar
Olsunlar, ne güzel, ne iyi
Ama bunlar neden bana öfkeli
Bilmezler mi, ben güneşi
Hayran bırakan yerde bulunmaktayım
Gözlerim kamaşsa da razıyım aydınlıktan
Alışırım nasılsa…
Ayağa kalktığımda ışıklar saçmalı
Yorgun kirpiklerimde dile gelen sözlerim
Arıtır her mekânı, arıtmalı
Temiz ellerim, güçlü bileklerim
Gözbebeklerime biriken terim.
‘Sen mi geldin?’ demem asla kimseye
Anlamsızmış beklemelerim
Ben buradayım, yalnızca bu iyi bilinsin isterim.
Nasıl okuyayım fışkıran suyu, yanan dağı
Nasıl anlaşılmalı bilmem
Neden oluyor bu beklenmedik ölümler
Kanda mı yüzecek gemimiz
Üstünde güneşlenirken faniler
Dile geliyor ne varsa birer birer
Anlatıyor soysuzluğun isyanını
Anlatıyor her damla kanda, yamyamlığını
Ölenler ne söyleyebilir insana
Arabalar arasında koşturan dilenciler
Avucunu açmış muhacirler
Acından ölenlere fatiha okurken geğirenler
Bir lokma için kalbimin köleliğini bekleyenler
Beni bir saf yerine koyup
Ne derlerse inanmamı isteyenler
Kelimeleri tüketenler, ne söyleyebilir?
Geç oldu, anlatma, iyi bilirim
Cevapsız sorunun girdabını ben
Gönül mabedimin, -elden sakladım-
Ne sırlar gizlenmiş mihrabını ben
Değeri bilinmez yaşanan anın
Şikâyetçisi yok, sökmeyen tanın
Kalbimi kavuran kara sevdanın
Uyanıkken gördüm, serabını ben
Karıştım köpüren sele hızlıca
Yol açtım kendimden, sana nazlıca
Gözyaşı dökerek elden gizlice
Öptüm ayağının turabını ben
Bazen okyanustum bazen gölektim
Edilen son dua, en son dilektim
Hiç isyan etmeden gönüllü çektim
Aşkın günahını, sevabını ben
Kendi cellâdımken ele ilaçtım
Ruhumu öldüren ne varsa kaçtım
Bir seherde sana kalbimi açtım
Aldım her sorumun cevabını ben…
SEVGİLİYE ARZ-I HAL
LA TAHZEN
Bizim gemiler hep karadan yürür!
Nuh’tan beri gemileri biz
Karadan yürüterek geldik İstanbul’a
Zihnimiz, kolayı bilmediğimiz seferlerde
İmkânsızı mümkün kılmaya ayarlıdır.
Onun için kalbimiz odaklıdır sefere
Muvaffakiyet Allah’tandır, dedik zafere
İşte onun için ‘sağım, solum, önüm, arkam…’
Diyen çocuklar gibi, döne döne
Şu adına dünya denen meydanda
‘Zafer’; işte o neyse, o da koştu peşimizden
Biz dönüp ardımıza bakmadık bile
Hani Ey Allah’ın Elçisi öğretmiştin ya
‘Ardınıza bakmayın!’ ayetini sen bize (15/Hicr:65)
Gönlümün lavlarını akıttığım bir an olacak!
Yangında ilk yakılacaklar arasına koyun
Şu gönlüme fazla gelen ne varsa o zaman
Acıların raptettiği yerlerden azatlık istiyorum
Çaresizliğin düşürdüğü kuyularda
Yusufluğum yetmez mi, demeden bekliyorum…
Kaçmayacağım, hayır kaçmayacağım
Oturacağım sinemde çakan kıvılcımların gölgesinde
Sen nasıl dayandın bilmiyorum Sevgili
Hainlere, kadir kıymet bilmez cahillere
Mekke’ni zindan, Medine’ni tufan edenlere
Ben çoktan çekip gitmeye kararlıydım, neden mi olmadı
Hani Ey Allah’ın Elçisi öğretmiştin ya
‘Fefirru ilallah/ Allah’a kaçın!’ ayetini sen bize (51/Zariyat:50)