Kendini bizden mahrum et,
İstiyorsan buna hakkın var
Ama bizi kendinden mahrum etme
İstesen de buna hakkın yok,
Dediler, yaşarken öldürenler
Sol gözüme o perde indiği andan sonra:
Yakub’a her şey Yusuf
Mecnun’a her şey Leyla
Avucumda damlalar
Kadir-i Mutlak Mevla
Topladım hayallerimi astım
Bir gülün dalının dikenlerine
Anlayan var mı bilmem
Hangi dilden anlatsam kederimi
Renksiz damlalar topladı tüm renkleri
Sözlere son verin, yeter artık şimdi:
Yakub’a her şey Yusuf
Mecnun’a her şey Leyla
Avucumda damlalar
Kadir-i Mutlak Mevla
Başını eğmenin de zamanı varmış
Konuşursam ağlarım, diyemeden…
Dilin damağın kurumuş, susuzsun
Cahille zalime kim neyi anlatabildi
Hesap sorma zamanı gelir mi bilmem?
Düşerken kederin dipsiz kuyularına,
Yakub’a her şey Yusuf
Mecnun’a her şey Leyla
Avucumda damlalar
Kadir-i Mutlak Mevla
Zümrüdüanka her gün biraz daha iyileşiyordu. Ne kadar sürdüğünü bilmediği bir baygınlık dönemi geçirmişti. Şimdiyse aylardır nekahet dönemi yaşıyordu. Bazen yürürken dengesinin olmadığını fark ediyor ve o anda gözlerinin önüne eski hali geliyordu. Güzel bir yürüyüş, salınarak… hepsi o kadar, önü sonu yok. Bazen bir yere çıkarken gücünün hemen tükendiğini, bir yerden inerken de sanki ayaklarını boşluğa attığını hissediyordu. Bir yükseklikten boşluğa ayak atsaydı eskiden, çırpardı kanatlarını ve uçup giderdi istediği kadar. Şimdiyse sarsılıyor, yoruluyor, gözü kararıyor, uyumak istiyordu.
Uyumak, uyumak, uyumak…
Uyandığında, vurulduğundan önceki hayatını hatırlamak, vurulduğundan önceki ana geri dönmek istiyordu.
Yolculuğu sürerken ilk kurşunu yemeden önceki ana mesela…
Ne olurdu, ilk kurşunu yemeseydi?
Eğer ilk kurşunu yemeseydi, diğerlerinin hiçbiri ona ulaşamazdı. İlk kurşun dengesini sarsmış, kan kaybı başlamış, hızını düşürmüş, seviyesini alçaltmıştı. İşte o ilk kurşunun sebep olduğu bu durumlardan sonra onu gören herkes, herkesin birbirine anlattığı ama kimsenin yakalayamadığı, bu sebeple ancak masallara konu olmuş, çok özel bir kuşu yakalamak arzusuyla silahlarını ona doğrultmuştu. Kurşunlar, oklar, taşlar… Ellerinde sapan olanlar göklere doğru, onu vurmak arzusuyla sapanlara asıldılar.
Bunlar, kendilerine ‘insan’ denilen varlıklarmış. Sürekli konuşurlar fakat birbirlerini pek dinlemez ve hiç anlamazlarmış. İşte bunların attıklarından isabet eden de oldu Zümrüdüanka’ya, isabet etmeyende. Fakat onlar, aradan belli bir zaman geçip göklere fırlattıkları ne varsa, geri dönüp kendilerine isabet ettiğinde şaşkınlık ve kızgınlıkla sordular:
- Bu bize nereden?
Cevap, her yan ve yönden onlara verildi:
Bu gönlümün eskici dükkânı
Gir bak bakalım
Sen var mısın orada
Ey sevdayı sele veren
Ey kapısız evler yapan
Ey giderken ardına bakan…
Uğursuz bir tırpanın önünde
Biçilirken hepimiz
İçimden yürüyüp giden
Yolcular silsilesiyle gittin
Bir asalet yükleyip acılarına
Kederlenmenin anlamı nedir?
Hayat bu, her şey yerinde kalıyor
Götürmüyor yanlışları doğrular
Azaldım yine içimde
Bir şey söyle, çoğalt beni
Sökül ve dikil, çık yola
Sakın ağlama giderken
Beni kurtarma hiçbir kederimden
Hadi sen git, kıtalar kurtar
Devrimler yap, savaşlar çıkar
Yanacaksak yanalım
Öleceksek ölelim
Her gün ölmekten iyidir, bilirim
İçimden koptu önce içim
Dedim ki: Şimdi nereye gidersen git!
Artık ne doğulu ne batılıyım
Bulunduğum yerli de olamıyorum
Gönlüm yine yola düştü
İsyandayım, durdursun biri beni
Beni atın bir yağmurun altına
Islanayım bir sokak kedisi gibi
Kıvrıldığım bir kapının dibinde
Bir ayak beni tekmelemesin
Sürüneyim çamurlarına
Bir lokma ekmekle sevineyim
- Herkesin bildiğini ve anladığını, daha tumturaklı sözlerle ifade edip sanki daha önce ve elan o gerçekleri kimse bilmiyor, ilk defa kendisi ifade ediyor gibi bir edaya bürünerek, geriye yaslanırken ağzının kenarında anlamlıca bir gülümseme, hakikat karşısında bir işe yaramaz, dedi ve başını eğdi Zümrüdüanka.
Onu akil biridir diye karşısına götürdükleri, neredeyse akşama kadar, onun yüzünde anlamlı bir tepki veya ifade görmek arzusuyla konuşup durmuştu. Seneler senesi biriktirdiği tecrübeyle ve kendinden öncekilerin anlattığı, öğrettiğiyle toplumu içinde sivrilen Rade, Zümrüdüanka’nın yüzüne bakıyor, gözlerini görmek istiyordu. Fakat Zümrüdüanka’nın gözleri ya önünde ya sağda solda ya da uzaktaydı. Sanki gözbebekleri titriyor gibiydi. Acaba kederden mi, heyecandan mı, mutluluktan mı? Zümrüdüanka’nın gözbebekleri neden titriyordu? Kendisiyle karşılaştığı için heyecanlanmış olabilir miydi? Yıllar sonra Rade, böyle bir şey olabilmesi ihtimali sebebiyle gülümsemişti.
Karşısında heyecanlanılan biri olmak
Karşısında Zümrüdüanka gibi birisinin heyecanlanması
Rade, büyük bilge ata Nerya’nın anlattığı bir şeyi hatırladı: ‘İnsanlara gönderilen son peygamberin karşısına bir adam gelmiş, korkudan ve heyecandan titriyormuş. Son Elçi demiş ki: Niye titriyorsun, ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.’ Düşündü, bunu ancak gerçek bir peygamber söyleyebilirdi, yoksa herkes nedense karşısındakilerin sevinçten, korkudan, heyecandan ya da başka bir şeyden titremesini en azından sesinin titremesini isterdi.
Zümrüdüanka, Rade’ye, ufuklara doğru gitme hayalinden vazgeçsin, onu vazgeçirsin diye getirilmişti.
- Toplumun danışılan bilgesiyim ya, diye kendi kendisiyle eğlendi. Kendi yaralarına çare bulamayan bir otacı, bir sağaltıcı…
Rade, Zümrüdüanka’ya, toplumsal düzenin gerekliliğinden söz etmişti. Bu düzenin hizmet veren bir parçası olması gerektiğinden söz etmişti. Bunun vicdanî bir borç, bir zaruret, mutluluk için bir zorunluluk, kendisine emek verenlere karşı bir sorumluluk olduğundan söz etmişti. Fakat dilinin ucuna gelip gelip geri dönen bir gerçeği bir türlü söyleyemedi. Şunlar geçiyordu içinden bir türlü seslendiremediği:
- Ben de hep senin gibi ufuklara doğru gitme hayali kurdum. O kadar çok görev ve sorumluluk yüklendi ki üzerime, sanki gidersem geride her şey darmadağın olacak, tüm düzen bozulacak ve arkadakiler bana lanet edecek gibi geldi. Bir türlü gitmeye cesaret edemedim.
Bir düğün oldu
Gelin de benim güveyi de…
Dinle beni şimdi biraz
Tohumlar vardı, yarın için ekilen
Aynı suya susayanlar eliyle
Bilir ki onlar, Allah
Yaratır kullarının elleriyle
Ne olur yani yayla esintisi karışırsa deniz rüzgârına
Söyle bana, sen hiç kendini terk edebildin mi?
Bu ben değilim, diyerek…
Terlemişim,
Dağılan saçlarım yapışmış yüzüme
Gözlerim kızarmış
Kardeşlerim!
Halledelim aramızdaki sorunları
Eller düşman etmesin bizi birbirimize
Diye çırpınsam, yalvarsam önünüzde
Bağdat, Şam, Kahire, Ankara
Duyun beni artık, duy artık İstanbul’u
Deli taylar gibi burnundan soluyan
Hayallerimi görün artık
İnsanların ikiye ayrıldığı günlerde
Ben mazlumların safındayım bile isteye
Dualarım kabul olunsun diye
Aynı süslü libası giymiş olsa da
Yalancının bin bir türlüsü
‘Senin bir şey yapmana gerek yok
Bekle, dediler, kurtarıcı gelecek!’
Bekledim, bekledikçe öfkelendim
‘O sensin!’ diyen biri vardı bana, herkese
Git, dedim, git başımın belası
Taktik değiştirmem işe yaramadı
Dostumu düşmanımı bilmediğim savaşta
Tanrı gibi itaat isteyenleri gördüm ilkin
İçeride, dışarıda, aşağıda, yukarıda
Ellerinden oyuncaklarını düşürmeyen
Yaşlı çocuklar gördüm
Bilmem, hangi çukurda tökezleyecekler
Zümrüdüanka, yanındakilerin kendi aralarındaki konuşmalarını duyuyordu. Bir değişim yaşayan herkesi konuşuyorlardı.
- Geçen şu salyangoz var ya kabuğunu bırakıp gitmiş. Ne olacağını sanıyorsa… Aklı fikri, değişmek, değiştirmek…
- Ağaçtaki küçük kurtçuk var ya o da kabuğunu parçaladı. Güya kabuğunu parçalayıp içinden çıkınca, uçucu kuşlar gibi kanatlı olarak yerinden çıkacak ve uçabilecekmiş. Herkesin aklı bir karış havada
- Kırlangıç da kendisi ve ailesinin çok uzun coğrafyalar üstünden uçarak gidebilecek yetenekte olduğunu iddia ediyormuş. Hadi uçup gidin, dedik. Daha vakti gelmedi, dedi. Yalan tabi. Güya yavruları az daha büyüyecekmiş, havalar soğuyuncaya kadar bekleyip sonra yola çıkacaklarmış. Hepsi hayal, laf olsun, torba dolsun işte.
- Kümesteki ördeklerin yavruları var ya onlar da uzun süredir, ‘Biz suya girmek istiyoruz. Kanatlarımızın olduğuna ve güzel uçtuğumuza bakmayın, biz yüzmeyi de iyi biliriz, boğulmayız, bırakın bizi.’ diyorlarmış.
- Bizim deniz kenarındaki kumlukta doğan kaplumbağalar var ya onlar da denize gitmek istiyorlarmış. Güya denizde balık gibi yüzebilir, karadakinden çok daha rahat hareket edebilirlermiş. Sen balık mısın? Tabi ki hepsi yalan. Hepsi, üstlenmeleri gereken sorumluluklardan kaçmanın bir yolu. Beş on tanesi gitti ama geri kalan hepsini güvenlik güçlerimiz yakalayıp hapsetti. Her gün yiyecek, içecekleri veriliyor. ‘Bırakın, gideceğiz. Biz bu fıtrat üzere yaratıldık, bize zulmediyorsunuz.’ diyorlarmış. Allah’tan yöneticimiz çok dirayetli de onların ‘intihar’ demek olan bir eylemi yapmalarına izin vermiyor. Onlar, ‘Sorumluluk bize ait, bırak bizi’ diyorlarmış ama yöneticimiz: ‘Düzenimiz ve toplumsal dengemiz bozulur, kötü bir gelenek başlar.’diye sert tedbirler alıp gerekeni yapıyor.
- Şu aramızda onca zamandır yaşayan Zümrüdüanka var ya o da son zamanlarda iyice içine kapanmış. Hep ufuklara bakıp iç geçiriyormuş. Güya önceden bir kanat çırptı mı aylarca hiç yere inmeden, göklerde yol alabiliyormuş. Uyduruyor elbette. Yemeden, içmeden aylarca göklerde gidilebilir mi? Gerçek olsa bile kanatları yorulur. Üstelik doğru düzgün yürüyemiyor bile ama ufukların ötesine kadar gitmek hayalini kuruyor.
- İnsanlar da kendileri için öyle diyorlar zaten: ‘İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.’ Fakat biz hayvanız. Elbette biz bu dengesiz insanlardan daha soylu ve akıllıyız. Şu akılsız insanlara bak, birbirlerine zarar vermekten zevk alıyorlar, hep birbirlerini nasıl öldüreceklerinin planını kurup, hazırlığını yapıyorlar.
- Büyük bilge atamız Nerya derdi ki: ‘Şu insanlara benzememeye dikkat edin. Çünkü onlara benzerseniz bu üstün hayvanlar âleminde kıyamet kopar.’
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Uzun zamandır derin uykularda kalmış
Uzun zamandır görülmemiş
Baldan tatlı, zemzemden berrak
Kevser misin mübarek
Var mı alan, kayıp rüyalarım var?
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Ben de yok sanırdım böyle rüyaları
Hiç görülmedi, görülemez sanırdım
Yollar hep böyle çıkmaz
Geceler zulmet, uykular ölüm sanırdım
Var mı alan, kayıp rüyalarım var?
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Dedim: Uyanıklık, gözyaşı-kahır
Yollar, bukağılı zincir değilmiş
Kâinat tebessüm etmez sananlar
Ben de yeniden hatırladım
Var mı alan, kayıp rüyalarım var?
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Çok emek verdim, dua ettim, ağladım
Uykum, uyanıklığım bir oldu uğruna
Bunun için beni bir tutman yanlış olur
Babasının soyadını bozdurup yiyenlerle
Var mı alan, kayıp rüyalarım var?
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Dudak büksün, rüya yormayı bilmeyenler
Ben gördüm, güneş parçalandı
Ve göklere o kelime yazıldı, ağladık
Bu hicrana bakarak o günden beri dedim:
Var mı alan, kayıp rüyalarım var?
Kayıp rüyalarım var, var mı alan?
Diyerek ben çıktım kendi kuyumdan, sen çıktın
Ama beraber gülümsemeli değil miydik?
Bekliyorum, gönüller dolusu müjdeli haberler
Gönüller dolusu sevdalılar desinler:
‘Ey aşkın tüccarı! Kayıp rüyalarını almaya geldik.’
KAYIP RÜYALARINI ALMAYA GELDİK.
Onun düşüncesini gözlerinden okuyan, kanatlarında ve ayaklarında ağırlıkları bulunan bir hemcinsi hemen ona yönelerek:
- Yurdumuzun bir yöneticisi var ve onun ülkemizi yönetirken uyguladığı, asırlardan beri süregelen yasalar var. Yasalar ve yöneticimiz izin vermeden gidemezsin, dedi.
- Ben kabul ettim mi o yasaları, o yöneticiyi ya da yöneticileri ben mi seçtim ve onlara itaat edeceğimi, bağlı olacağımı, izinsiz hiçbir şey yapmayacağımı ben mi söyledim ki şimdi ben istediğimi yapmak hakkından mahrum olayım. Razı olmadığı yasalarla, kontrol altında tutulmak, dünyanın neresinde, hangi varlık içerisinde görülmüş ki?’diyemedi tabi. Eğer deseydi cevap belliydi:
- İnsanlar, insanlar böyle…
Zümrüdüanka, yine derinden nağmeler duyuyordu. Bu sefer nağmelerin yerini ve söyleyenini hiç armadan dinledi:
‘Ömür verip saray kursan, hoyrat vardır yıkan olur
Erdemin son zirvesine –hiç üzülme- çıkan olur
Hayat böyle, ‘artı-eksi’, başka türlü olmadı hiç
Bu şikâyet niye dostum, gül yanında diken olur.’
Zümrüdüanka artık yoğun istek ve merak içindeydi. Sanki senaryosunu başkalarının yazdığı bir filmi seyretmişti uzun zaman. Gerçek sandığı ne kadar şey varsa, hepsinin üzerinde her türlü değişikliğin yapılabileceği bir senaryo olduğunu, dahası bu senaryoda kendine dayatılan rolü kabullenmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Fakat kendilerine dağıtılan rolleri, aşk ve şevkle kabul edip oynamaktan başka, rolündeki kişiliğe bürünen ve bir süre sonra kendisinin kim olduğunu unutarak, oynadığı rolü kendisi sananlar vardı çevresinde. Onlar Zümrüdüanka ile önce zıtlaşmışlar daha sonra çatışma içine girmişlerdi. Artık sürekli Zümrüdüanka’yı eleştiriyorlar, onu eleştirdikçe kendilerini daha iyi, daha mutlu, daha başarılı hissediyorlardı. Varlık var kılınalı beri, davranışlarına yön verebilen tüm varlıkların kullandığı ‘başkalarına ait yanlışları söyleyerek rahatlama’ denilen bir tedavi yöntemini, onlar da kendileri için uyguluyorlardı. O düşündü: ‘Yanlışı söylemek, doğruluk sayılmaz’
Zümrüdüanka, zaman zaman bu eleştirilerden etkileniyor, bu etkilenme, onu, kendini ve yapacaklarını sorgulamaya yöneltiyordu. Bazen ‘Acaba herkesin düşündüğünden farklı düşünerek, herkesin yaptığından farklı şeyler yapmak isteyerek, ben mi yanlış yapıyorum? Çoğunluk, yani akılların toplamı karşısında tek akıl, kendisinin daha isabetli ve doğru olduğunu iddia etmeli miydi?’diyordu. Bu konu zihnini epeyce meşgul etti.
Akıllar toplamı karşısında tek akıl…