Çocuk sordu: ‘Ellerim tekrar büyüyecek mi anne?’
Bir cevap geldi: ‘Evet, ellerin tekrar büyüyecek!’
Önce kalem tutacak küçük ellerin
Güzel bir besmele yazacaksın
Sonra Kitabının sayfalarını açarak okuyacaksın
Şahadet parmağını göğe yükseltip her namazda
‘La ilahe’ diyeceksin asrın tüm putlarına…
Evet, ellerin elbette tekrar büyüyecek!
Bir başka el, ellerini tutacak
Okşayacak, gözlerine bakarken
Belki çocukların hatta torunların olacak
Ellerin büyüyecek ve elbette okşayacaksın
Oyunlar oynayacaksın, meselâ körebe
Çocukların tutunca birini, açacaksın gözlerini…
Evet, ellerin mutlaka tekrar büyüyecek!
Göklere açacaksın temiz avuçlarını
Taşlardan, demirlerden katı kalplere
Allah’tan merhamet isteyeceksin
‘Rabbim! Bunları insan et!’ diyeceksin
‘Bunların gönüllerini ıslah et!’
‘Âmin’ derken avuçlarını yüzüne süreceksin…
Evet, ellerin kesinlikle tekrar büyüyecek!
Yetim başı okşayan, gözler silen ellerin
Tutmak için uzattığında kutlu elini
Sanacaksın ki insanların uzanacak elleri
Diş gösteren yüzlerin demir tırnaklı eli
Uzanırken şah damarına, bilmeyeceksin
Neden hep boş kalıyor ellerin…
Evet, ellerin şüphesiz tekrar büyüyecek!
Bayramlarda el tutup, el öpeceksin
Gün gelecek senin de öpülecek ellerin
Mendil arasında harçlık vereceksin
Çocuklar öğrenecek ellerinde bayramı
Bakarak ellerine bilecekler, bayram nedir?
Doğum mu, ölüm mü, ölmeden ölüm mü?
İşte ben bu tartışmaları, ‘ilmî toplantılar’ adıyla yıllarca devam ettiren insanlardan yoruldum. Onların saçma faraziyelerinden yoruldum. Uydurduklarına ‘ilim’ adı vermelerinden yoruldum ve bakışlarımı yine Zümrüdüanka’ya çevirdim. Onun da herkesin taş sandığı, bağrına bastığı, rengini kimseye göstermediği bir incisi vardı ve bir şiir okuyarak ağlıyordu. Şiirin dili pek yeni değildi bu sebepten ben pek anlamadım ama onun gözyaşlarına bakınca ve sesinin tonuna bakınca bir hasret şiiri olduğunu anladım. Uzun yıllar hasret çeken birinin, ıssız yollarda, çöllerde aylar süren bir yolculuktan sonra sevdiğinin mezarına varıp orada ona hasretini ve sevgisini anlattıktan sonra düşüp ölmesini anlatıyordu, buraları anladım. Merak ediyorsanız eğer o şiiri buldum ben de zaman zaman okuyor ve ağlıyorum. Kime mi, kendime tabi, öyle bir ölümle ölemeyişime…
İşte ben ilk defa o zaman Zümrüdüanka’nın yanında olduğumu hissettirmek arzusu duydum. Yanında olmak, gözlerimi gözlerime dikmek ve aynı aşkla yandığımı ona söylemek istedim. Bunu söyleseydim eğer beni duyar mıydı? Duysa acaba ne dediğimi anlar mıydı? Anlasaydı, o da benim gözlerimin içine bakarak, oradan kendisine bir yol bulabilir miydi? Eğer bir yol olduğunu görse, o yolun yolcusu olmayı ister miydi?
Elbette soracak çok şeyim vardı ona. Hangisinden başlayabilirdim? Ne diyebilirdim karşısına beklemediği bir anda çıkmış olmama
- Geçiyordum, uğradım mı diyecektim?
- Aklıma düştün, ziyaret edeyim dedim mi diyecektim?
- Ben biraz sende kalmaya geldim mi diyecektim.
Ben, ondan hiç gitmemiştim ki. Bu yüzden ben onu hiç özlememiştim ki. Ben onu hiç kendimden ayrı bilmemiştim ki. Ben kendimi de ondan hiç ayrı bilmemiştim ki. Üstelik o bunu hiç bilmemişti. Bana göre, biz bir ve beraber değil, tektik, tek. Şimdi karşımdaydı, farkımda bile değildi ve çok acı çekiyordu. Ben onun her zaman yanında olup ellerini tutmak ve gözlerini silmek istedim fakat bu hiç mümkün olmadı, olamazdı da.
Zaman göreceli bir kavramdır, derler hep. Bu sebeple ‘an ile asır’ arasında bulunan fark, bir gün yaşayan böceklerin, dokuz yüz yıl yaşayan kaplumbağanın hayatıyla kıyaslandığında elbette farklı anlamlara sahip olacaktı. Zümrüdüanka da kendi hayatını bu ikisi arasında değerlendirmeye çalışıyordu. Hayatının bazı dönemleri, an içinde asırları barındırırken, bazı dönemleri ise asır olduğu halde an mesabesindeydi.
İyi ki şöyle olmamış
Diyorsun bugün bazı şeylere
İşte şimdi olmayanlar
Sonraki keşkelerden koruyor seni
Sen bilmiyor ısrar ediyorsun
İsyan ediyorsun, etme
Uzun geceler başladı yine
Bekleyelim başaklar ne verecek
Sap, saman, buğday ayrılır bir gün
Hakikat adına niyet alanlar bilir
Yapılanlar değildir her zaman yazılanlar
Kalem de dil gibidir, eğilir.
Yeter artık ben bir hekim değilim
Herkese dost olmak zorunda değilim
Bir mezarlık değilim yeter artık
Nefesimi bir kez de kendim için alayım
Kendim için ağlamaya utansam bile
Bırakın da yetimlerle kalayım
Nasıl kurtulur insan
Sevdiği kötü huyundan
Çiçeklerin toprağını havalandırdım
Dağıttım yine ortalığı alt üst her şey
Fakat yine dağılmadı kafam
Dilimde bitmez acı, gönlümde bir bulantı
İnsan zor geçit bunu anladım
Sesten çok sözü sevdiğim bir gerçek
Onun kadar sessizliği de severim fakat
Sükûttan fazla şeye muhtaçtır insan
Bu yüzden gözlerim arıyor seni
Bu yüzden yine içime çöküyorum
Evet, aşk çok şeydir
Belli bu, bilenler bilir
O da ya hastadır döşekte
Ya tabut içinde gelir
Olur da bir Zümrüdüanka düşerse bahtına
O da kaderin önünde eğilir.
Bir selle geldi herkes benimle beraber
Kimisi köpüktür kimisi çerçöp
Bir kenara vurmayı yeğler çoğu
Ben kalırım geride aynı aşkla
Çok şeye isyan eden, direnen, dayanan
Sözünden dönmeyen kişilerle beraber
Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2014/36)
Tarih, geçmişte yaşanmış olayları ve sonuçlarını, oluş zamanlarını da nazarı dikkate alarak ele alan ilim dalıdır. Tarihî olaylar, onlarca farklı yöntem ve bakış açısıyla ele alınarak incelenebilir. ‘Resmî tarih, gayrı resmi tarih, yabancı kaynaklardaki tarih, edebî tarih/ tarihî roman, destanlaşmış tarih, masallaşmış tarih, seyahatnameler…’ bunlardan bazılarıdır. Tarihle bir şekilde alakalı ‘yazılı, sözlü, mimarî’ olmak üzere her türlü eser, bunların ortaya konuluş gayesi ve hedefi açısından da ele alınabilir. Binyıllar, yüzyıllar veya on yıllar sonra, sanki bir geriye bakış gibi görünen bu çalışmalar, esasında doğru yapıldığında, bir geriye dönüşten çok, bugüne ve geleceğe bir bakıştır.
Geçmiş toplumların yaşadıklarının anlatımı(/kıssa) neredeyse Kuran’ın 1/3’ünü oluşturur. Bu anlatımların ana eksenini, Peygamberler tarihi oluşturur. Elbette tüm bu anlatım, okuyucuda, geçmiş olaylar ve kavimlerle ilgili doğru bir bakış açısı oluşturmayı da hedefler.
Kuran’daki anlatımlar/tarih, insan eliyle, Allah gözetiminde örülür. Esasında zamanın her anını dolduran tüm olaylar aynı şekildedir. Bu durum, her insanın sınanma süreci olan dünya hayatında da aynıdır. Bu husustaki bilinç, kişiye, tarihe, yeni ve farklı bir perspektiften bakabilme yeteneği kazandırır. Bu bakış açısı kişiyi, şu bilince ulaştırır: Bir olay ve durum, kişiyi ve toplumu, geçmişte hangi iyi ya da kötü noktaya götürmüşse, bugün ve gelecekte de aynı noktaya götürecektir. Fertlerin ve milletlerin yaşadıkları olaylarda da ‘ilâhî yasalar’ hâkimdir. Bu yasaların Kuran’daki adı ‘Sünnetullah’tır. Ve Allah: ‘Allah’ın sünnetinde bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda bir sapma da bulamazsın.’( 35/Fatır:43); ‘Bizim sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.’(17/İsra:77) buyurmuştur. Bu yasalar çerçevesinde yaşayan insan anlar ki insan, başıboş bırakılmamıştır.
‘Allah, insanın hangi durumunda nasıl davranır?’ sorusunun cevabı, ‘sünnetullah’ bilinirse, verilebilir. Zamanlar ve mekânlar üstü olarak evrensel olan ‘sünnetullah’ karşısında, hiçbir kişi, sülale, topluluk ve millet ‘ayrıcalık’ hakkına sahip değildir. Mesela: ‘varlıklıları yoldan çıkan/azan, sapkınlaşan, aşırılaşanlar’ helâk olurlar.(17/İsra:16) Fertlerin ve toplumların helâkini hazırlayan şu faktörler her kişi ve millet için aynıdır: ‘İsraf, cürm, fesat, zulüm, küfür, ism, zenb, tekzip, fısk gibi.’
Bir Zümrüdüanka Hikâyesi - 3-4
Kanatlarına baktı, bir subaşına gelip eğildi, gözlerine baktı. Gözleri yorgundu.
Zor zamanları düşündü.
Büyükleri düşündü.
Büyütülmüşleri düşündü.
Büyük sandıklarını düşündü.
İstemese de kendisini düşündü yine.
Olmak ve görünmek, arasındaki düzlemde yeri neresiydi?
Ne olmuştu?
Ne görünüyordu?
Ne sanılıyordu?
Geçen zaman içerisinde en çok 'büyütülmüşler' ve 'büyük sandıkları' onu, ardı arkası kesilmeyen hayal kırıklıklarına uğratmıştı.
Şimdi bir türkü mırıldansa, ne yakışırdı yaşadığı bu duruma:
Mesela; 'Kar mı yağmış yüce dağlar başına.'olabilir miydi? Ya da 'Güvendiğim dallar elimde kaldı.'veya 'Dost bildiklerim' şarkısını mı söylemeliydi?
Şimdi başını hangi taşa vurmalı, bağrına hangi taşı basmalıydı?
İnsanoğlunun çok okuyup hatta ezberleyip çoğunun hiç anlamadığı ilahî sözler geldi aklına: 'Ama bundan sonra kalpleriniz katılaştı, taşa döndü. Hatta taştan da katı bir hale geldi. Çünkü öyle taşlar var ki içinden nehirler kaynar. Öylesi var ki çatladı mı bağrından su fışkırır. Öylesi de var ki Allah korkusundan yerlere yuvarlanır. Allah, yaptığınızdan gafil değil ki.'(Bakara, 2/74)
Zümrüdüanka, kendi dilinden, kendi nağmesiyle bu ayetleri seslendirmeye başladı. Her şey sustu, öyle ki akan nehirler, dökülen çağlayanlar bile sesini kesti, yalnızca onun sesi duyuluyordu. Öyle ki rüzgâr durdu, bulutlar durdu, yer ve gök dile gelip sanki hepsi birden ' Rabbimiz, sana isteyerek teslim olduk.'dediler.' (Fussilet, 41/11).
Birbiri üstüne yığılan bulutların arasından Zümrüdüanka'nın gözyaşlarına benzeyen damlalar döküldü. Aylardan nisandı, günlerce durmadı göklerin gözyaşı. O damlalar, nereye değmişse orayı arıtıp, temizleyip, canlandırdılar.
Bir Zümrüdüanka Hikâyesi - 1-2
KIRMIZI İNCİLERİN BEDELİ (Devamı)
Kendini düşünmek istemiyordu Zümrüdüanka. Boş kalmaktan ödü kopuyordu. Boş kaldığı anda zihninin gerilerine itelediği aynı düşünce, karanlık bir gecede, üstüne projektör tutulmuş gibi bir anda ortaya çıkıveriyordu. O anda çok acı çekiyordu ve bunu kimselere söyleyemiyordu. Yaşadığı her şey için ‘Neden?’ sorusunu soruyor ve susuyordu. İlk ‘kırmızı inciler’ o zaman oluşmuştu. Ondan sonra ise bu inciler büyüdü ve arttı.
Sonra o gün geldi. O her şeyi sarsan, her şeyi dağıtan gün… İkiyüzlü, narı ve nuru sinesinde gizleyen gün geldi. Esti, yağdı, kavurdu, dondurdu. Ortada, sahip olunan ve ait olunan hiçbir şey kalmadı. Zümrüdüanka da savruldu, kar, yağmur, dolu altında kaldı, yandı, dondu. Gözlerine yerleşmiş cam parçaları tüm bunlara dayanamadı. Çatladı, ince ince kırıldı, sonra soğuk ve sıcağın ani etkisiyle tuz buz oldu, döküldü, gitti. Gözlerini açtığında, kendine, ayaklarına, kanatlarına baktı.
- Allah, Allah, dedi hayretle. Senelerce kanatlarında, ayaklarında sürüyüp durduğu ağırlıkların hiçbiri yoktu. Baktı, daha önceden gördüğü, kanatlarını sararak açılmasına mani olan, ayaklarına dolandığı yerlerin bile izi yoktu.
- Acaba öyle bir şey hiç mi olmamıştı?
- Acaba tüm bunlar, bu olanlar, ağırlıklar, ipler sanmalar, aitlikler ve sahiplikler, onun sanılarından ibaretti?
- Ne olursa olsun, dedi ve gülümseyerek baktı kanatlarına ve ayaklarına. Kanatlarını germeye başladı ve gerebildiği kadar gerdi.
Zümrüdüanka kanatlarını gerdi gerdi, kendisi de şaşırdı gördüklerine. Aradan geçen zamanı hatırlamıyordu ama çok uzun zaman olmuştu ki kanatlarını böyle gerememişti. Eski günleri hatırladı, kanatlarını şöyle bir gerip çırpmaya başladığı anda, başka herkesin belki aylar içinde alabildiği mesafeyi kısa sürede geçip gidişini hatırladı.
Kim, ne zaman, nasıl bağlamıştı, kanatlarına ve ayaklarına, senelerdir kendisiyle birlikte sürükleyip durduğu ağırlıkları. Vurulmuş, tekrar tekrar vurulmuş, kan kaybından halsiz düşüp yere inmiş ve ardından kendinden geçmişti. Kendisinden geçmiş ve ayılıp ayağa kalktığında ise kendisinden daha ağır gelen ağırlıkları görmüştü. Soramamıştı kimseye:
- Bunu kim bağladı?
- Bunu neden bağladı?
- Bu ne zaman çıkacak?
- Bunu bağlamaktan maksadınız ne?
Kur'anî Hayat Dergisi (sayı 2014/35)
‘Hep birlikte Allah'a tövbe edin ey müminler!’
(Nur, 24/31)
Bilerek veya bilmeyerek hata yapabilme potansiyeline sahip olan insan, hatayı nasıl yapmışsa onun tövbesini de öyle yapmalıdır. Yani hata bireyselse öyle bir tövbe, ailevîyse ona uygun bir tövbe, bir topluluğu ilgilendirecek kadar çapı genişse ona göre bir tövbe gereklidir. Tıpkı bunlarda olduğu gibi, dönülmesi gereken yanlış ve tövbe edilmesi gereken önemli kusur eğer bir kavmi, milleti/ümmeti, devleti ilgilendiriyorsa, o zaman o tövbenin de ona göre yapılması gereklidir. Bilindiği gibi hatalar topluca işlenmişse onun tövbesi de topluca olmalıdır, tıpkı dünyada veya ukbada cezasının da toplu olacağı gibi. Çünkü topluca yaptığımız yanlışların bireysel tövbesinin yapılması, yeterince sadra şifa olmaz.
Bir milletin işlediği önemli hataların karşılığı da elbette hatayla orantılı olarak büyük olacaktır. Bizler dünya Müslümanları olarak, geçmişte yapılmış ve hala da yapılmaya devam edilen pek çok önemli hatanın sonucu olarak, ortak bir zillet içerisine düştük. İslam’ın izzeti bize yansımadı, olanca görkemine rağmen beşerin insanlaşma prensipleri olan İslam, ona mensup olduğunu iddia edenler elinde ya gerektiği gibi temsil edilemedi ya da büsbütün temsilcisiz kaldı. Günümüz Müslümanlarının en önemli sorunu, İslam’ı temsil edecek çapta, kapasitede ve yeterlilikte kişilere sahip olmamasıdır. Bu olmadığı için de Müslümanlar, sorularının doğru cevabını bir türlü doğru yerde aramıyorlar ve sorunlarının doğru çözümünü bir türlü doğru tespit ederek, lazım geleni yapması gerekenlerin, kendileri olduğunu idrak ve ifadeye yanaşmıyorlar.
Geniş coğrafyamızda ve hatta bütün dünyadaki işgallerin dahi temelinde, Kuran’a mensup olduğunu iddia edenlerin, Kuran’a uymayan düşüncelerinin, hayatlarının, sosyal ve siyasal sistemlerinin vebali vardır. Milletimizin âlim ve düşünürlerinden bazıları, yapılanların yanlışlığının farkına vardı ve düzel(t)mek çabası içine girdi. İşte bizim, -dünyanın her yerinde bulunan-, bireysel tövbesini bir şekilde yapmış böyle yürek sahiplerinden ilk isteğimiz, millet olarak yaptığımız büyük hataların tövbesini, millet olarak yapabilmek için gereken bilinçlendirme işlemine başlamalarıdır. Ancak böyle bir bilinçlenme sonrasında, hatalarımızın fiili tövbesi mümkün olacaktır. Topluca yapılan yanlışlardan ancak topluca dönmek, topluca doğru tavrı göstermek, anlamlı ve değerli sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Millet olarak yaptığımız hatalardan, fiili tövbesi topluca ve öncelikli olarak yapılması lazım gelen hususlardan bazıları şunlardır:
Seneler süren ömründe Zümrüdüanka, o sıralardaki kadar kendini hiç çaresiz hissetmemişti. Etrafındaki herkes sanki onu boğuyordu. Dilleri sussa halleriyle, halleri dursa dilleriyle daralıp boğulmasına sebep oluyorlardı.
Kanatlarındaki kırık ve yaralar çok yeniydi. En az birkaç mevsim sürecek bir tedaviye ve iyi bir bakıma ihtiyacı vardı.
Kanatlarından vurulup yere çakılınca, ilk anda acıyı yeterince hissedememiş ve birkaç kere daha havalanmıştı. Her havalandığında kanatlarına yeni kurşunlar isabet etmişti. Gerçi her havalandığında menzile doğru biraz yol da almıştı ama alınan yol bu yaralanmaların verdiği acıya değer miydi? Bunu ne silahı tutanlar ne Zümrüdüanka ne de seyredenler bilebilecekti? Herkesin bu yaralanmaları ve Zümrüdüanka’nın katlandığı acıları değerlendirmesi kendisine göreydi. Bir Allah’ın kulu da akıl edip de şu soruyu sormadı ona:
- Bu, her seferinde bir daha vurulma pahasına kanat açıp yükselmek neden?
Her yere çakılışında aldığı yaralar da ayrıca acı veriyordu. İşte düşe kalka gelebildiği en son yer burasıydı. Burası menzili değildi tabi, gücü burada tükendiği için burada kalmıştı. Çok kan kaybetmişti, yarası çoktu, acısı da çoktu. Sesini çıkaracak dermanı yoktu fakat içinden bir ses yükseliyordu Zümrüdüanka’nın: - Görenler anlasın ki bizim uğruna canlardan geçtiğimiz bir davamız vardır.
Önündeki suya doğru başını eğdi, baktı, baktı, gözleri nemlendi:
- Sen, dedi, içimin ne kadar çok yandığını hiçbir zaman anlamadın. Çünkü sen hep sudaydın, ben hep dışarıda.
Sudaki aksin gözlerinden de koca koca damlalar yuvarlandı.
- Evet, dedi, herkes bir kahraman ararken, bulamadıklarında, zoraki kahramanlar yaratmaya çalışırken, sen hep benim yanı başımdaydın ve seni kimse görmedi. Anlamadı hiç kimse, sen ne kadar büyük bir kahramansın.
Zümrüdüanka, bir kez daha acıdan bayıldı. Uyandığında dediler ki:
- Aylar geçti aradan, sen sanki ruh gibi yaşadın.
Zümrüdüanka etrafına baktı, gerçekten de ne bulunduğu yeri ne de çevredekileri tanıyordu.
- Ben, diye düşündü, bakışlarını göklere çevirerek, neden bu kadar çok yalnızlık hissediyorum. Üstelik çevrem, her zaman sevenlerimle doluyken…