Seneler var ki kitapçıları şöyle bir dolaşanların gözlerine, ‘Kadın ve Aile’ adlı kitaplar muhakkak çarpmıştır. Bu kitapların içeriğinden hareketle; ‘aile reisi’nin ‘erkek/baba’ oluşunun ısrarla vurgulanması ve bu iddiaya rağmen adından hareketle, bu konumun gerektirdiği tüm görev ve sorumlulukların ‘kadın/anne’ üzerine bırakılma çabasının üzerinde duracak; bu durumun kritiğini yapacak değiliz.
Bu durum bir vakıa olmakla birlikte, bu yazımızın konusu bu değil. Bu yazımızın konusu, yaratılışın yasası gereği ‘bir kadın ve bir erkek’ten dünyaya gelmek zorunda olan çocukların, –anne ve babalarının ölümü haricindeki- annesizlikleri ve babasızlıkları…
Son yıllarda yaygınlaşan ‘sperm babalığı’na ilave olarak, eşi ve çocukları karşısındaki varlığı, ‘para kazanan adam’ olmaktan ibaret olan kişilerin ‘babalık’ görevlerinin bunlardan ibaret olduğunu düşündükleri ve bunu hayatlarıyla gösterdikleri hallerde yaşanılan ‘babasızlıktan’; anneliği, taşıma ve doğurmaya ilave olarak çocukların bakımlarını ve işlerini yapmaktan ibaret gören kadınların yaşattıkları ‘annesizlikten’ söz etmek istiyoruz. Esas itibariyle iyi bir banka kartının yapabileceklerini; ya da eğer maddi durum müsait ise dadı, bakıcı ve hizmetçilerin yapabilecekleri şeyleri ‘annelik ve babalık’ olarak görmenin yanlışlığı üzerinde durmak istiyoruz. Elbette bu yapılanların hepsi çok önemli hususlardır; hatta önemi bu görevler yerine getirilmediğinde daha iyi anlaşılabilir. Fakat buradaki sorun, yalnızca bunların anne-babalık için kâfi görülmesidir. Hâlbuki bunların kâfi görülmesi, yaşanmakta olan pek çok sorunun en önemli kaynağı olmaya devam etmektedir.
‘Bu toplum neden böyle oldu? Nasıl daha iyi insan yetiştirilebilir? İnsanın, insan olarak terbiyesi nasıl olmalıdır? İnsan terbiyesindeki zaaflar ve sorunlar nelerdir?’ gibi pek çok kimsenin gündeminde bulunan soruların en önemli cevaplarından birisi de “Annesizlik ve Babasızlık” sözüyle ifadesini bulmaktadır. Çünkü anne ve babalar, ancak hakiki anlamda var olduklarında “aile terbiyesi” dediğimiz ve başka bir yerde alınabilmesi mümkün olmayan bir eğitimi, çocuklarına verebiliyorlar.
Lastik bir topum gibi, yere çarptı dostlarım
Yine en son yerimden yükseğe çıkacağım.
Unutan, küçümseyen, kıskananla gelerek
‘Dosttuk biz.’ diyecekler, dolacak solum, sağım.
Üzmeyin yeter artık, kırılmadık nerem var?
Bedenimin dikliği yanıltmasın kimseyi
Kendimi arasına sakladığım kitaplar,
Dediler: ‘Hiçbir âlim, çözmez bu bilmeceyi.’
Bileceğim o anda; ‘Dost nedir, dostluk nedir,
Öğretmiştiniz bana(?) önceden.’diyeceğim
Her lütfun kaynağını anarak Yusuf gibi,
‘Başa kakma yok.’deyip soframı sereceğim.
Bugün yorgunum biraz, kendime ağır geldim
Gitmeliyim kendimden kaçacağım bir yere
Yolu bitirmek için koşturup çırpınışım
Nafile; ta ezelde, bir söz verdik bir kere.
Cevherler saçılacak diye ağzından
Açtım gözümü, kulağımı
Nerden bilirdim çalıntı sözlerle
Nutuklar attığını
Emekler çaldığını nerden bilirdim.
Biraz genç ve üç beş cahile
Kendini tavaf ettirerek
Tanrıcılık oynayan bu hadımlar,
Yer bulamayınca yerlerini mabet kıldılar
Yalnızken de taptılar kendilerine
Üç tarafı umutlarla çevrilmiş kişilerde
Nedir umutsuzluktan bu tapınma arzusu?
Sesi ve sözü var olan, vardır
Kimsesizlikten dertlenme,
Herkes sevdiği nesne kadardır.
Sevginin tanımını yapamıyor ehli dil
Kelamcılar ekmeği, hamur edip yiyor
Ben susuyor ve hiçbir şey yapmıyorum
Duruyor, bakıyor, düşünüyorum
Yalnızsam, bazen de ağlıyorum.
Hangi put tutuyor sözünün ellerini
Ayaklarını kim yıkıyor,
Işıkta dans eden tozlarla aran nasıl
Gölge senin neyine vurgundur
Savaş alanı hala azap inmiş yüreğin.
Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya, eskiden beri yaşayanlar kadar, yüzyıllardır başka ülkelerden kaçan, göçen, sürülen insanların da sığınağı ve vatanı olmuştur. Bu coğrafyayı vatan bilen herkes, yeri geldiği zaman vatan bildikleri bu coğrafya için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Fakat zaman zaman nedense; “Bu vatanın asli ve gerçek sahipleri” denilerek, kim olduğu her zaman tam da belli olmayan birilerine işaret edilmiştir.
Bu vatanın asli ve gerçek sahipleri kimlerdir?
Tüm bir millet mi; silahsız veya silahlı gücü elinde tutup, halk üzerinde kahredici güce sahip olanlar mı; halkı sömürerek semirip toplumun başına bela olanlar mı; halka rağmen, halk için, halka zorla canlarının istediğini yaptırmaya hakları olduğunu sananlar mı?
Vatan deyip sahiplendiğimiz ve sevdiğimiz bu coğrafya üzerindeki tüm insanlar aynı haklara sahip mi; herkesin aynı oranda hakkı korunuyor mu; herkes aynı oranda özgür mü; bu coğrafyada birinin başka birini, kendi arzularına göre bir şeylere zorlama hak ve yetkisi var mı?
Bu millete mensup olmakla, vatandaş olmak arasında bir fark var mı?
‘Vatana sahip çıkmak’ sözünün içi neyle doldurulabilir?
‘Vatana ve millete hizmet’ ne demektir?
Bu konuda, yeniden tanımlanması gereken pek çok kavram olduğu gibi, yeniden, bir kere daha ve daha doğru bir şekilde cevaplanması gereken pek çok soru da vardır.
Herhangi bir toprak parçası, üstünde gezinmekle, ecelin oradayken gelmesiyle vatan olmaz. Toprağın vatanlaşması ve sevilmesi, kutsalların korunduğu yer olmasıyla mümkündür. Bu özellikteki bir coğrafyayı sevmek de yalnız sözle olabilecek bir şey değildir. “…sözle olmaz vatanseverlik. Bir davadır bu, kuvvetli delil lâzım. Izdıraptan, çileden zevk alacaksın. Çektiğin çileler şikâyet olmayacak. Seven sevdiğinin uğrunda, canını, malını verir.”(Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, II, s.285, Haz: Ertuğrul Düzdağ, Kaynak Y, İst, 2007) İşte bu nitelikteki kişiler milletin sinesinde yaşamaya hak kazanırlar. Çünkü kimin tüm arzu ve istekleri milleti için olursa, o tek başına bir millet sayılır.
Millet, aynı değerleri, aynı inancı taşıyan, aynı yolun yolcuları olan kişilerden oluşur. Bir vatanın asli sahipleriyle, diğerlerini birbirinden ayırt eden şey, millet mensuplarının gerektiğinde canlarını ve mallarını vatanları için cömertçe ortaya koymalarıdır. Diğerleriyse en basit bir sıkıntıda kendilerine gidecek yer ararlar, batan gemiyi terk edenler gibi. Bu anlamda, I. Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı dönemlerinde, kimlerin derhal yurt dışına gittiği ve savaş bitene kadar gelmediği incelendiğinde, hayret verici durumlarla karşılaşılmaktadır. Savaştan sonra gelenlerin bu ülkede hangi makamlara ve imkânlara kurulduğu ise iyi bir araştırma konusudur.
Bu konuyu ele alırken, sorulması gereken ilk soruyu soralım:
‘Vatan nedir?’
Bir insanın cismini kenara koyacak olursak, onun varlığıyla ilgili şeyleri birkaç başlık altında sıralamak mümkündür.
a-) İnsanın düşüncesi
b-) İnsanın sözleri
c-) İnsanın eylemleri
Normal bir insanda bunlar genellikle birbirini onaylayacak ve bütünleyecek şekilde bulunur. Ancak herhangi bir sebeple bunlar arasında ayrılıklar bulunur, bunlar derin uçurumlar haline gelirse, o insanın şahsiyetinde çatırdamalar duyulur, çatlaklar oluşur. Bu durumun kişilerde alışkanlık haline gelmesi, ‘parçalanmış kişilikleri’ ortaya çıkarır.
Bu parçalanma ilerleyen yıllarda, bu üçünden hangisi baskın ise ona doğru evrilir ve diğer ikisi ona uyar. Çünkü ‘Doğru bulduğu değerlere göre yaşa(ya)mayan kişiler, süreç içerisinde yaşadıklarını doğru bulmaya başlarlar.’ İnsan ruh sancılarından, vicdan hesaplaşmalarından kendisini kurtarabilmek için, bu süreci isteyerek oluşturur, oluşturmak zorundadır.
Herhangi bir insanın, vaktiyle yanlış dediği eylemleri, ilerleyen zamanla birlikte yavaş yavaş kendisinin yaptığını görmek mümkün olabilir. Dahası o insan genel kural açısından bunların yanlış olduğunu bilir. Buraya kadarki süreç, dönülebilir bir mesafedir. Ancak bundan sonra bazen öyle bir sürece gelinebilir ki oradan dönmek mümkün olmayabilir.
İnsan eylemlerinin şekillenme sürecinin merhaleleri:
a-) Her insan, ömrü oldukça hata yapacaktır. Zaten her insanın dünya hayatı, hayat içerisinde yaşanan iyi ve kötü durumlara karşı, test edilme dediğimiz bir sınanmadan ibarettir. İnsanların önemli bir kısmı hayatın geçiciliğini bilerek, bu dünya hayatında kendisini daha iyi hale getirme çabasını verir. Buna ‘insan olma’ ya da ‘ olgunlaşma’ çabası adını vermek mümkündür. Bu dönemde kişi kendisinin hatalarının farkındadır. Bu farkındalık kişiyi iyi bir yerde tutar. Hem düzelmeye çalışır hem de kendisini mahkûm etmez. Bu durum için ‘Bir sürçmeyle at ayağı kesilmez.’ denilir. Hata işlememeye çalışmak önemlidir. Hatadan dönebilmekse, hatayı gölgede bırakan ve yok eden önemli bir erdemdir.
b-) İnsanlardan bazıları, her insanın yapması mümkün olan hatalarını, bunların yanlışlığını itiraf ile çevresindekilere anlatır. Belki gizlenmesi ve üstünün örtülmesi gerekli şeyleri bile anlatırlar. Yavaş yavaş sanki birer günah çıkarma seansına dönen bu durum bazen de dürüstlük iddiasıyla yapılabilir. Bu süreçte kişi yanlışlarını anlatmaktan çekinmez, bunların bilinmesinden bir rahatsızlık duymaz. Bu hal, kişinin hata üzerinde sabitleşmesinin ve sağlamlaşmasının birinci merhalesidir. Buna rağmen burası istediği takdirde kişinin kolayca dönebileceği bir merhaledir. Her insanda bulunan ‘kendini gerçekleştirme’ veya ‘olmak üzere yaratıldığı kimliğe’ ulaşma çabası, iyi bir çevreden alınan basit yardımlarla, kişiye yolunu buldurabilir.
(Kur'ani Hayat Dergisi Sayı:20)
‘Okumaktan mana ne?
Kişi, Hakkı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir.’ (Yunus Emre)
“Rabbim ilmimi artır.”(Taha Suresi: 114)
** ‘Bilgi, varlığı anlamlı kılan en önemli unsurlardan birisidir.’ denilse, bu söz haddini aşmış bir söz sayılmaz. Her varlığın; ‘var edilirken verilenler’ ve ‘ona sonradan öğretilenler’ olmak üzere iki ana öğrenme kaynağı vardır.
Var edilirken verilenlere, ‘fıtrat’;
Sonradan öğren(t)ilenlere de ‘edinilen bilgi’ diyoruz.
Edinilen bilgilerden beş duyuyla kavrananlara ‘algılanan/öğrenilen bilgi’; peygamberlere gelen vahiy vasıtasıyla öğren(t)ilenlere ise ‘ilahî bilgi’ denilmektedir. Bu bilgi türü, insanlık var edileli beri, ‘kesbi ve vehbî’ olmak üzere ikiye ayrılmış:
1-) Kesbi olanlar, yani insanın çalışmasıyla elde edilenler
2-) Vehbi olanlar, yani vahiy kaynaklı olanlar, denilmiştir.
Bu bilgi türleri; bir insanın ‘annesini emmeyi bilmesi, ateşin yakacağını bilmesi ve her şeyi var kılan bir yaratıcının var olduğunu bilmesi’ şeklinde örneklenebilir.
“ İlmin çeşitleri:
1-) İlmel yakîn
2-) Aynel yakîn
3-) Hakkal yakîn” olarak da ayrılmıştır.
Bazıları ise ilmi:
1-) İlm-i husuli
2-) İlm-i huduri’ olarak da adlandırmışlardır.
İnsanın bilgiye sahip olması önce ‘dış idrak’ yolu iledir. Bunlar, duyu organları yoluyla edinilen bilgilerdir. Bunun paralelinde ‘iç idrak’ devreye girer. Beyin gücüyle oluşur; dış algıların topladığı birikimler, toplanır, dizilir, hıfzedilir. Algılar yoluyla sağlanan tüm bu birikimler çözümlenir ve bilinç haline gelir. Yani insanlar ‘fıtrat haricindeki’ tüm ilimleri, duyular, beyin ve kalp yoluyla sonradan öğrenirler.
Araştırmalarla mesafe kat etmek durumunda olan her ilim dalı, keşfedilen her yeni bilgi ışığında, her gün yeni bir şeyler ortaya koyar ve ister istemez bir gün önce söylediklerinin çoğundan vaz geçer. Bu sebeple pozitif ilim üzerine hayat bina edilemez, çünkü sabitesi yoktur; ancak her insan mevcut buluşlardan çağına göre faydalanır. İlmin bu niteliği İslam âlim ve filozofları tarafından her zaman bilinmiş ve ilim, bu ana niteliği itibariyle;
1-) Değişebilir olanlar
2-) Değişemez olanlar, şeklinde de adlandırılmıştır.
Yer çekimine kapıldı bazı yanlarım
Bazı yanlarım gök çekimine
Yırtık pırtıklığım bu yüzden
Ben bu yüzden darmadağınığım
İçim dışıma çevriliyor bu yüzden.
Çaresizliğimi sunuyorum son hediye olarak
Zayi bir emek mi olmalı attığım tüm tohumlar
Senin, kabuğundan önce, için mi çatlamalıydı
Tohumlar böyle olmaz
Kabuğundan önce, içi ayrılmaz.
Zeminsiz mi kalmalı ayakların
Her şeyi karıştırıp dağınık mı bırakmalısın
Bir başlangıç noktan olmamalı mı?
Herkese öfkelenip, öfkeni mesela
Benden mi çıkarmalısın ya da değerlerimden?
Sevdiklerimi mesela,
Eşeği dövemeyen semeri döver hesabı
Hırpalamaktan nedir muradın
Neyin mahsuplaşmasını yaşıyoruz
Ben kimin borcunu ödüyorum
Kimin güçsüzlüğüne öfkelendin de şimdi,
Benim dimdik duruşumu eleştirdin
Evet, ben biraz dik duruyorum,
Çünkü yalnız kendi yerime yaşamıyorum
Omuzlarımda duruyor senin aslın ve neslin
Sen bunu bilmedin, belki hiç bilmeyeceksin
Öne düşürdüğümü öncü zannedeceksin
Ben yorulacağım; gönlümdeki yanında,
Omuzlarımdaki yükten şikâyet etmeyeceğim
Gitmem gereken yere, yine de gideceğim…
Benimle yer değiştirmek istediğin kim
Kimle doldurabileceksin yerimi
Olmuyor işte gördün, yoksa ben değilim,
Yükünü taşımak istemeyenlerin
Yükünü yüklenmeye hevesli
Sebeplerin ardına saklanıp şeyda eden
Yaratan yaratmışsa ben bir sebeple varım
Ey dünyayla aramda ünsiyet peyda eden
Ömür yanardağında ey benim yâr-ı garım.